Bütün kalbimle ve
imkanlarımla desteklediğim Gezi eylemleri
1. ayını doldurmamıştı ki görüşlerimin belirgin biçimde solda kalmasına karşı yakınlarımdan gelmesini beklediğim tepkiler nihayet başladı. İmalı konuşmalar, sen kimin tarafındasınlar! bak bak bak bunları kimden
öğreniyorsunlar! yok abi bu böyle olmazlar falanlar filanlar beynimi eritecek hale
gelince aldım çantamı çıktım. Olmuyorsa zorlamayacaksın o zaman. Bin yılın
felsefesi bu. Aç bak felsefe kitaplarına, efendim insan hakları beyannamesine, cin ali’nin ilk
sayısına falan ilk madde hep OLMUYORSA OLMUYORDUR dur. Zorlamayın durumları kapiş?
Madem o halde biraz ortalardan kaybolayım, üzerimdeki "yoksa teröre mi oldu bu" şüpheleri dağılsın istiyordum. Beni rahatsız eden dinsiz veya terörist denmesinden ziyade bu şüphelere dayanarak yaşatılan yoğun mahalle baskısı. Fikirlerini dolandırmadan ifade edemediğin, doğrularını söylediğinde şiddet gördüğün, başkalarının doğrularını kabul ediyormuş gibi davranmak zorunda kaldığın çoğunluk zulmü. Yoksa etiketlerin insana verdiği ekstra bir yük yok.
Böyle kaybolmalı artizlikler için bazı şartlar gerekir misal para gibi şeyler, yanında kalınacak cevvalinden bir arkadaş veya Amerikan filmlerindeki gibi atlayıp uzun yolculuklara çıkacağın külüstür de olsa bir araba. Düşünürken aylar önce patronumun Gemlik’in bir köyünde bir dağ evi olduğunu istersem anahtarını verebileceğini söylediği aklıma geldi. Fırsatçı kulaklarım saolsun, unutmamıştım. Daha “abla senin bir ev vardı hani” der demez anahtarı mı istiyorsun bekle getireyim dedi bir koşu içeri girip bazı çekmeceler açtı, metal sesleri çıkardı aldı geldi. Akşam olmadan da kendimi Bursa otobüsünde muavinin dağıttığı dondurmayı kaşıklarken buldum. Daha önce ne gitmiş ne görmüştüm oraları. Adresi elimdeki buruşuk kağıtta yazan eve sağ salim varıp varamayacağımı, oralara vasıta olup olmadığını pek düşündüğümü söyleyemem. Eylemlerden habersiz kalma ihtimali rahatsız ediyordu sadece. Kim bilir ülkem her sabah yeniden doğurduğu nice acılara ve güzelliklere gebeydi ama ben kendi problemimi kafamdan savuşturmak için bencil bir yolculuğa çıkmıştım.
Böyle kaybolmalı artizlikler için bazı şartlar gerekir misal para gibi şeyler, yanında kalınacak cevvalinden bir arkadaş veya Amerikan filmlerindeki gibi atlayıp uzun yolculuklara çıkacağın külüstür de olsa bir araba. Düşünürken aylar önce patronumun Gemlik’in bir köyünde bir dağ evi olduğunu istersem anahtarını verebileceğini söylediği aklıma geldi. Fırsatçı kulaklarım saolsun, unutmamıştım. Daha “abla senin bir ev vardı hani” der demez anahtarı mı istiyorsun bekle getireyim dedi bir koşu içeri girip bazı çekmeceler açtı, metal sesleri çıkardı aldı geldi. Akşam olmadan da kendimi Bursa otobüsünde muavinin dağıttığı dondurmayı kaşıklarken buldum. Daha önce ne gitmiş ne görmüştüm oraları. Adresi elimdeki buruşuk kağıtta yazan eve sağ salim varıp varamayacağımı, oralara vasıta olup olmadığını pek düşündüğümü söyleyemem. Eylemlerden habersiz kalma ihtimali rahatsız ediyordu sadece. Kim bilir ülkem her sabah yeniden doğurduğu nice acılara ve güzelliklere gebeydi ama ben kendi problemimi kafamdan savuşturmak için bencil bir yolculuğa çıkmıştım.
Bursa’ya inince Gemlik’e giden bir otobüs buldum ve bu
yolculuğumun en zahmetsiz bölümüydü. Gemlik’e varınca Kumla’ya giden başka bir otobüs buldum. Kumla’ya
inince de Fıstıklı’ya giden başka bir otobüs. Fıstıklı’ya inince de… Aralarda minibüs, taksi ve bir ata
da binmiş olabilirim. Dağ evine vardığımda geceyarısı olmuştu. Tahmin edebileceği gibi hayallerimin çok
altında bir evdi. Ne bir ahşap verendası, ne de verendada sallanan sandalyesi
vardı. Bildiğin betonarme lan bu! dedim. Kapının gıcırtılarla açılmaması son
damlaydı. Bu kadar da olmaz ki ama! İçeri girip yere oturup az biraz seslice ağladım. Aslında tek sebebin kapı gıcırtısı olmadığını belli eden biçimde baya bağıra
bağıra ağladım. Korku filmi gibi. Gece yarısı ormanın derinliklerinden gelen
ağlayan kadın sesi…tısısısısısı. İlk bulduğum yumuşak yükseltiye kendimi
atmıştım, uyumuşum. Neyse ki kanepeymiş.
Sabah uyandığımda kendimi çok mutlu hissettim. Dışardan gelen yoğun mu yoğun fıstık çamı
kokusu ve kuş seslerinin mutlu etmeyeceği insanın alnını karışlarım.
Dellendirmesin insanı! Ev köy evinden biraz daha hallice, yani örneğin mikro
dalga fırını ve kahve makinası olan bir ev ama belki 100 yıldır içine insan girmemişçesine
izbelik içinde. Toz, zibil, ölü böcek kuruları. Önce gidip etrafı keşfedeyim, yiyecek bir şeyler bulayım ne
bileyim domuz mu avlarım geyik mi kafalarım sonra gelip köşe bucağı
temizlerim dedim çıktım dışarı. Gecenin karanlığında dağ sandığım, o dağcılar o nasuh mahrukiler buralara nasıl çıkıyor helal ossun yiğitlerime diye içimden geçirdiğim yer
meğer denize 500 metre uzaklıkta bir yermiş. Etrafı da evlerle dolu. O gördüğüm AVM mi yoksa lan! Hayır o kadar da
diil saçmalama slk!
Geyik avlamak sabah sabah aç karnına zor olacağından
marketten peynirdir, domatestir, çaydır
bir şeyler alıp evime döndüm. Kendime misler gibi bir çay demledim, domatesin
üstüne dolaptan bulduğum halis zeytin yağından gezdirdim, belki de hemen şuradaki zeytin ağacının
meyvesi olan zeytinleri sudan geçirdim. Çam ağaçlarının yanısıra, zeytin, incir ve
cevizin dallarını kırdığı orman bahçeme yer soframı serip göğe bakarak kahvaltı
yaptım. Senelerdir bu şeylerin tadını
alamıyormuşum meğer. O sırada aklıma
telefonumun çekip çekmediği geldi, beklediğim gibi çekmiyordu. Ne yalan
söyleyeyim bu çok hoşuma gitti. Eğer ortadan kaybolmak istiyorsan ilk kural
kimsenin sana ulaşamaması olmalı değil mi? Bir ölü gibi. Telefonumu sadece
doğayı fotoğraflamak için kullandım. Ne müzik dinledim ne de başka bir şey.
yeni başlayanlar için inek |
İlk gün sırt çantamı alıp ormanın içlerine doğru yolculuk
yaptım. Hafif ege/trakya aksanı ile
konuşan köylülerden biri “içerlee doğru fazla gitme vaşşi domuzla saldırıu”
dediyse de dinlemedim. Nitekim çoğunlukla saldırmadılar da. Kapkara domuzun biri hırklaya hırklaya bana doğru
koşunca altıma sıçtım ama çamaşır makinam vardı. Sıkıntı olmadı. Bir daha da o yana gitmedim zaten. Korktuğumdan değil ha hayvenceizleri kendi mekanlarında rahatsız etmek istemedim. Sonraki
gün ormanın en tepelerinde yaşadığı söylenen şelaleye kadar yürümeye karar
verdim. Yılan gibi dolana dolana çıkan yol bitmek tükenmek bilmedi.Yarı yolda güneşin alnında bayılmak üzereyken lacivert bir mazda
minibüs tarafından kurtarıldım. Bembeyaz saçları ve ay gibi yüzü olan şöför
dayı köyündeki bakkala ekmek ve sebze
taşıyordu. Bana dağ başlarında bir başıma ne yapmaya dolandığımı vaşşi
domuzların saldırabileceğini, evime dönmemi söyledi. Hakkımızı almadan eve
dönmek yok! dedim. Anlamadı.
Beni şelaleye 1 kilometre kala ormanın iyice iç içe girip, neredeyse yolları kapadığı bir yerde bıraktı. O gidince güneş gözlüğümü minibüsünde unuttuğumu farkettim. Şelale dönüşü almak üzere indim derelerine. Şelale de beklentimi karşılamadı. Köylüler gezilecek nereler var soruma cevap olarak şelaleyi o kadar övmüşlerdi ki beklentim niagara boyutuna gelmiş dayanmıştı. Bildiğin 10 metre yukardan su diğdiriyor! Buralar da yine hep arap turist doluydu. Ne gezdiniz arkadaş ne gezdiniz. Dönüşte gözlüğümü bulmak umuduyla, otostop çekerek mazda’lı dayının köyüne vardım. Kime sorduysam o köyde bırak öyle bir adamı öyle bir minibüs bile olmadığını, hele lacivert rengini hayatta sevmediklerini söylediler. Ağzı böyleydi, burnu şöyleydi, çenesinde ben vardı? ııh..Tanımıyok! Mesele gözlük davası olmaktan çıkıp gizemli bakkalcıyı bulma inadına dönüştü. Ama yeryüzünde bile yoktu öyle bir insanoğlu. Köyün bakkalı “buralağda dolanıb duma tanımıyom dedim saa” diye beni tersledi. Hayır o kadar günahsız bir insan da değilim niye ak sakallı dede beni ölümden kurtarsındı ki? ( sonuçta mübarek akp ye karşı zındık, ayyaş, atayıs çapulcuların tarafındayım, en fazla zebani çıkmalı karşıma) Gözlüğüm de satsan köyü kurtaracak bir şey değil ki gözlük için yapmadıkları numere kalmadı uyanıkların desem. Çakma bir şey.
Beni şelaleye 1 kilometre kala ormanın iyice iç içe girip, neredeyse yolları kapadığı bir yerde bıraktı. O gidince güneş gözlüğümü minibüsünde unuttuğumu farkettim. Şelale dönüşü almak üzere indim derelerine. Şelale de beklentimi karşılamadı. Köylüler gezilecek nereler var soruma cevap olarak şelaleyi o kadar övmüşlerdi ki beklentim niagara boyutuna gelmiş dayanmıştı. Bildiğin 10 metre yukardan su diğdiriyor! Buralar da yine hep arap turist doluydu. Ne gezdiniz arkadaş ne gezdiniz. Dönüşte gözlüğümü bulmak umuduyla, otostop çekerek mazda’lı dayının köyüne vardım. Kime sorduysam o köyde bırak öyle bir adamı öyle bir minibüs bile olmadığını, hele lacivert rengini hayatta sevmediklerini söylediler. Ağzı böyleydi, burnu şöyleydi, çenesinde ben vardı? ııh..Tanımıyok! Mesele gözlük davası olmaktan çıkıp gizemli bakkalcıyı bulma inadına dönüştü. Ama yeryüzünde bile yoktu öyle bir insanoğlu. Köyün bakkalı “buralağda dolanıb duma tanımıyom dedim saa” diye beni tersledi. Hayır o kadar günahsız bir insan da değilim niye ak sakallı dede beni ölümden kurtarsındı ki? ( sonuçta mübarek akp ye karşı zındık, ayyaş, atayıs çapulcuların tarafındayım, en fazla zebani çıkmalı karşıma) Gözlüğüm de satsan köyü kurtaracak bir şey değil ki gözlük için yapmadıkları numere kalmadı uyanıkların desem. Çakma bir şey.
Kafamda ne varsa, derttir, kederdir, gözlüktür Gemlik’in
dağlarına savurdum kısacası. İlk bir hafta evde yapayalnız, ürpererek, ne işim var bu dağ başlarında diye ağlayarak geçirdiğim olumsuz günler sonraki
günlerde yerini sahilde ve köyde bulduğum arkadaşlarla goygoya bıraktı. İnsanlar
güleryüzlü, mutlu ve kesinlikle çok şanslılar. Ama pek fazla yardımsever ve
çalışkan gelmediler. Bu kadar güzel bir
doğada yaşadıkları halde maydanozu bile pazardan alıyorlardı. Çok kınadım. Minibüsteki
bir Karadenizli gördüğü boş arazilere “şuraya
ne güzelde bi şeyler ekilir, boşa gidiyor hep topraklar” diye üzüldü durdu. Sahil ve bitişiğinde kalan ormanlar çöpten geçilmiyor. Kimsenin ayak basmadığı yer
bulurum umuduyla son bir kez ormanın derinliklerine kadar gittimse de gene pet şişeye ve dürülüp bükülmüş boklu bebek bezine rastladım.
Maceracı ruhumu işte tam oraya gömdüm.
Gidişimin haftasında da “berrak suyun içindeki çakıl taşlarına
basan çıplak ayaklarım” konulu fotoğrafı çekerken telefonumu denize düşürdüm. Daha fotograf
çekmekte mümkün olmadı. Ötesi, anamın babamın bilimum tanıdığımın telefon
numaraları da yitti gitti. Ara sıra arayıp iyiyim merak etmeyin diyordum o da
bitti. 15 gün sonunda türlü böcekler tarafından ısırılmış, mantardan
zehirlenmiş, aşırı yanmaktan esmerlerin esmeri arap bacıların arabı olmuş, mazda’lı dedeyi görmüş, taksitle zor bela aldığı telefonundan ve gözlüğünden olmuş şekilde ama lafta değil harbi harbi huzurlu olarak eve döndüm.
at |