Perşembe, Temmuz 18, 2013

Dağlara gel dağlara



    

     Bütün kalbimle ve imkanlarımla desteklediğim Gezi  eylemleri  1. ayını doldurmamıştı ki görüşlerimin belirgin biçimde solda kalmasına karşı yakınlarımdan gelmesini beklediğim tepkiler nihayet başladı. İmalı konuşmalar, sen kimin tarafındasınlar! bak bak bak bunları kimden öğreniyorsunlar! yok abi bu böyle olmazlar falanlar filanlar beynimi eritecek hale gelince aldım çantamı çıktım. Olmuyorsa zorlamayacaksın o zaman. Bin yılın felsefesi  bu.  Aç bak felsefe kitaplarına, efendim  insan hakları beyannamesine, cin ali’nin ilk sayısına falan ilk madde hep OLMUYORSA OLMUYORDUR dur. Zorlamayın durumları kapiş?

      Madem o halde biraz ortalardan kaybolayım, üzerimdeki "yoksa teröre mi oldu bu" şüpheleri dağılsın istiyordum. Beni rahatsız eden dinsiz veya terörist denmesinden ziyade bu şüphelere dayanarak yaşatılan yoğun mahalle baskısı. Fikirlerini dolandırmadan ifade edemediğin, doğrularını söylediğinde şiddet gördüğün, başkalarının doğrularını kabul ediyormuş gibi davranmak zorunda kaldığın çoğunluk zulmü. Yoksa etiketlerin insana verdiği ekstra bir yük yok.

  Böyle kaybolmalı artizlikler için bazı şartlar gerekir misal para gibi şeyler, yanında kalınacak cevvalinden bir arkadaş veya Amerikan filmlerindeki gibi atlayıp uzun yolculuklara çıkacağın külüstür de olsa bir araba. Düşünürken aylar önce patronumun Gemlik’in bir köyünde bir dağ evi olduğunu istersem anahtarını verebileceğini söylediği aklıma geldi. Fırsatçı kulaklarım saolsun, unutmamıştım.  Daha “abla senin bir ev vardı hani” der demez anahtarı mı istiyorsun bekle getireyim dedi bir koşu içeri girip bazı çekmeceler açtı, metal sesleri çıkardı aldı geldi. Akşam olmadan da kendimi Bursa otobüsünde muavinin dağıttığı dondurmayı kaşıklarken buldum. Daha önce ne gitmiş ne görmüştüm oraları. Adresi elimdeki buruşuk kağıtta yazan eve sağ salim varıp varamayacağımı, oralara vasıta olup olmadığını pek düşündüğümü söyleyemem. Eylemlerden habersiz kalma ihtimali rahatsız ediyordu sadece.  Kim bilir ülkem her sabah yeniden doğurduğu nice acılara ve güzelliklere gebeydi ama ben kendi problemimi kafamdan savuşturmak için bencil bir yolculuğa çıkmıştım.

   Bursa’ya inince Gemlik’e giden bir otobüs buldum ve bu yolculuğumun en zahmetsiz bölümüydü. Gemlik’e varınca Kumla’ya  giden başka bir otobüs buldum. Kumla’ya inince de Fıstıklı’ya giden başka bir otobüs. Fıstıklı’ya  inince de… Aralarda minibüs, taksi ve bir ata da binmiş olabilirim. Dağ evine vardığımda geceyarısı olmuştu.  Tahmin edebileceği gibi hayallerimin çok altında bir evdi. Ne bir ahşap verendası, ne de verendada sallanan sandalyesi vardı. Bildiğin betonarme lan bu! dedim. Kapının gıcırtılarla açılmaması son damlaydı. Bu kadar da olmaz ki ama! İçeri girip yere oturup az biraz seslice ağladım. Aslında tek sebebin kapı gıcırtısı olmadığını belli eden biçimde baya bağıra bağıra ağladım. Korku filmi gibi. Gece yarısı ormanın derinliklerinden gelen ağlayan kadın sesi…tısısısısısı. İlk bulduğum yumuşak yükseltiye kendimi atmıştım, uyumuşum. Neyse ki kanepeymiş.


    Sabah uyandığımda kendimi çok mutlu hissettim.  Dışardan gelen yoğun mu yoğun fıstık çamı kokusu ve kuş seslerinin mutlu etmeyeceği insanın alnını karışlarım. Dellendirmesin insanı! Ev köy evinden biraz daha hallice, yani örneğin mikro dalga fırını ve kahve makinası olan bir ev ama belki 100 yıldır içine insan girmemişçesine izbelik içinde. Toz, zibil, ölü böcek kuruları. Önce gidip etrafı keşfedeyim, yiyecek bir şeyler bulayım ne bileyim domuz mu avlarım geyik mi kafalarım sonra gelip köşe bucağı temizlerim dedim çıktım dışarı. Gecenin karanlığında dağ sandığım, o dağcılar o nasuh mahrukiler buralara nasıl çıkıyor helal ossun yiğitlerime diye içimden geçirdiğim yer meğer denize 500 metre uzaklıkta bir yermiş.  Etrafı da evlerle dolu.  O gördüğüm AVM mi yoksa lan! Hayır o kadar da diil saçmalama slk!

    Geyik avlamak sabah sabah aç karnına zor olacağından marketten peynirdir,  domatestir, çaydır bir şeyler alıp evime döndüm. Kendime misler gibi bir çay demledim, domatesin üstüne dolaptan bulduğum halis zeytin yağından gezdirdim,  belki de hemen şuradaki zeytin ağacının meyvesi olan zeytinleri sudan geçirdim.  Çam ağaçlarının yanısıra, zeytin, incir ve cevizin dallarını kırdığı orman bahçeme yer soframı serip göğe bakarak kahvaltı yaptım. Senelerdir bu şeylerin tadını alamıyormuşum meğer.  O sırada aklıma telefonumun çekip çekmediği geldi, beklediğim gibi çekmiyordu. Ne yalan söyleyeyim bu çok hoşuma gitti. Eğer ortadan kaybolmak istiyorsan ilk kural kimsenin sana ulaşamaması olmalı değil mi? Bir ölü gibi. Telefonumu sadece doğayı fotoğraflamak için kullandım. Ne müzik dinledim  ne de başka bir şey.

yeni başlayanlar için inek

    İlk gün sırt çantamı alıp ormanın içlerine doğru yolculuk yaptım.  Hafif ege/trakya aksanı ile konuşan köylülerden biri “içerlee doğru fazla gitme vaşşi domuzla saldırıu” dediyse de dinlemedim. Nitekim çoğunlukla saldırmadılar da. Kapkara  domuzun biri hırklaya hırklaya bana doğru koşunca altıma sıçtım ama çamaşır makinam vardı. Sıkıntı olmadı. Bir daha da o yana gitmedim zaten. Korktuğumdan değil ha hayvenceizleri  kendi mekanlarında rahatsız etmek istemedim. Sonraki gün ormanın en tepelerinde yaşadığı söylenen şelaleye kadar yürümeye karar verdim. Yılan gibi dolana dolana çıkan yol bitmek tükenmek bilmedi.Yarı yolda güneşin alnında bayılmak üzereyken lacivert bir mazda minibüs tarafından kurtarıldım. Bembeyaz saçları ve ay gibi yüzü olan şöför dayı köyündeki  bakkala ekmek ve sebze taşıyordu. Bana dağ başlarında bir başıma ne yapmaya dolandığımı vaşşi domuzların saldırabileceğini, evime dönmemi söyledi. Hakkımızı almadan eve dönmek yok! dedim. Anlamadı.
 Beni şelaleye 1 kilometre kala ormanın iyice iç içe girip, neredeyse yolları kapadığı bir yerde bıraktı. O gidince güneş gözlüğümü minibüsünde unuttuğumu farkettim. Şelale dönüşü almak üzere indim derelerine. Şelale de beklentimi karşılamadı. Köylüler  gezilecek nereler var soruma cevap olarak şelaleyi o kadar  övmüşlerdi ki beklentim niagara boyutuna gelmiş dayanmıştı. Bildiğin 10 metre yukardan su diğdiriyor! Buralar da yine hep arap turist doluydu. Ne gezdiniz arkadaş ne gezdiniz. Dönüşte gözlüğümü bulmak umuduyla, otostop çekerek mazda’lı dayının köyüne vardım. Kime sorduysam o köyde bırak öyle bir adamı öyle bir minibüs bile olmadığını, hele lacivert rengini hayatta sevmediklerini söylediler. Ağzı böyleydi, burnu şöyleydi, çenesinde ben vardı? ııh..Tanımıyok! Mesele gözlük davası olmaktan çıkıp gizemli bakkalcıyı bulma inadına dönüştü. Ama yeryüzünde bile yoktu öyle bir insanoğlu. Köyün bakkalı “buralağda dolanıb duma tanımıyom dedim saa” diye beni tersledi.  Hayır o kadar günahsız bir insan da değilim niye ak sakallı dede beni ölümden kurtarsındı ki? ( sonuçta mübarek akp ye karşı zındık, ayyaş, atayıs çapulcuların tarafındayım, en fazla zebani çıkmalı karşıma)  Gözlüğüm de satsan köyü kurtaracak bir şey değil ki gözlük için yapmadıkları numere kalmadı uyanıkların desem. Çakma bir şey.



   Kafamda ne varsa, derttir, kederdir, gözlüktür Gemlik’in dağlarına savurdum kısacası. İlk bir hafta evde yapayalnız, ürpererek,  ne işim var bu dağ başlarında  diye ağlayarak geçirdiğim olumsuz günler sonraki günlerde yerini sahilde ve köyde bulduğum arkadaşlarla goygoya bıraktı. İnsanlar güleryüzlü, mutlu ve kesinlikle çok şanslılar. Ama pek fazla yardımsever ve çalışkan gelmediler.  Bu kadar güzel bir doğada yaşadıkları halde maydanozu bile pazardan alıyorlardı. Çok kınadım. Minibüsteki  bir Karadenizli gördüğü boş arazilere “şuraya ne güzelde bi şeyler ekilir, boşa gidiyor hep topraklar” diye üzüldü durdu.  Sahil ve bitişiğinde kalan ormanlar çöpten  geçilmiyor. Kimsenin ayak basmadığı yer bulurum umuduyla son bir kez ormanın derinliklerine kadar gittimse de gene pet şişeye ve dürülüp bükülmüş boklu bebek bezine rastladım. Maceracı ruhumu işte tam oraya gömdüm.

Gidişimin haftasında da “berrak suyun içindeki çakıl taşlarına basan çıplak ayaklarım” konulu fotoğrafı çekerken  telefonumu denize düşürdüm. Daha fotograf çekmekte mümkün olmadı. Ötesi, anamın babamın bilimum tanıdığımın telefon numaraları da yitti gitti. Ara sıra arayıp iyiyim merak etmeyin diyordum o da bitti. 15 gün sonunda türlü böcekler tarafından ısırılmış, mantardan zehirlenmiş, aşırı yanmaktan esmerlerin esmeri arap bacıların arabı olmuş, mazda’lı dedeyi görmüş, taksitle zor bela aldığı telefonundan ve gözlüğünden olmuş şekilde ama lafta değil harbi harbi huzurlu olarak eve döndüm.   

at


Bi arkadaşa bakıp çıkıyorum

     Uzun zaman ara verince nasıl başlanır bilirsin "bloguma uzun zamandır yazmıyordum bir uğrayayım dedim, özlemişim..." f...