Salı, Eylül 17, 2013

Ekmek

          





  Zenginliğini anlatmak görgüsüzlük, yoksulluğunu anlatmak ajitasyon yani deniyor ki sus! hakkında hiç bir şey bilmek istemiyoruz. Yek ya? Bana göre insan bulunduğu hali tüm gerçekliği ile anlatmak istediğinde anlatabilmeli. Elalemin memnuniyeti için kırılıp bükülmek samimiyetsizlik. Misal biz sokak köpekleri gibi yoksulluk çektik ama ben bunu anlattığımda meeh acındırıyo denebilir. Mümkün. Yalnız şu var ki yoksulluğu ben yaratmadım ve bütün o açlık zamanlarının zanlısı ben değilim. Her birimiz başka bir tarafa dağılmış düştüğümüz hayatı bitirmeye çalışıyoruz. Ama zengin ama fakir ama güzel ama çirkin. Anlatmaya gelince başkasının hayatını anlatacak değiliz, dizi çekmiyoruz burda. Hayır sinirlenmedim.

   O sene her seneden daha leşlikte fukaralığa düştüğümüzü sanıyorum. Annemin bir sedir üstünde oturup tespihle yüzbinlerce “her gününe şükür yareppiiim” çekmesinden, karnı guruldadıkça tespihe daha bir hırsla asılmasından belliydi. İnancına göre parça pinçik olsa da, acından geberse de daima büyük bir teslimiyet içinde şükretmesi icap ediyordu. En ufak bir şikayet kırıntısında - ki düşünsel olarak bile- rabbi onu bugününden de beter ederdi. Şükrün mükafatı büyüktü. Öte dünya her şeydi. En basit ihtiyaçları bile öte dünyaya ertelemenin bünyeyi çok zorlamasından olacak tespih taneleri miktarınca da göz yaşı döküyordu. Sabrın, bağlılığın, iradenin ve affetmenin temsilciği anneme verilmiş gibiydi. Sofraya her akşam ama her akşam istisnasız salçasız bulgur pilavı koyuyor, bulguru da genelde halam Makbule’den ödünç alıyordu. Konuya komşuya türlü "ödünç"ler borçlanmıştık. Allahtan ödünçten haciz gelmiyordu. Kaşıkla yemeyelim, zaten eser miktarda olan yemeği üçer kaşıkta yutmayalım diye de yer sinisine yaydığı kuru yufkaların üstüne döküyordu pilavı. Islanmış ekmeği pilavıyla yola yola yemek hiç de kötü sayılmaz bu arada. Haşin bir beslenme biçimi.  
 Gündüz okuldan gelip “anneaa ebbeek” diye 5 ağızdan çınladığımızda ekmeğin arasına margarin sürüp üstüne küp şeker serpiyordu.  Bir köşeye birikip tıpkı at sürüsü gibi katur kutur sesler çıkararak küp şekerli dürümleri götürüyorduk. Hiç konuşmazdık yerken. Bu da fena bir menü değildi. Sabah kahvaltısında da bu ekmeklerin kırıntısını yağda kavuruyor ( namı diğer omaç) üstüne günde bir yumurta vererek anneme daha çok, çok şükür yareppim çektiren tek tavuğu sarıfışkı'nın yumurtasını kırıyordu. Ona fışkı demesinin sebebi komşu kümeslere, çatılara, alakalı alakasız her yere yumurta bırakıp bir kere bile annemin hazırladığı yere bırakmamasındandı. Arsız, isyankar sürtüğün tekiydi. Kadının, bahar ayından beri zor bela yetiştirdiği diğer tüm tavuklarına kıran girmiş, ölmüşlerdi. Belki içlerinden sarıfışkı'nın tersine oturmasını kalkmasını bilen hanım hanımcık tavuklar çıkacaktı. Kısmet olmadı. Velhasıl işimiz gücümüz ekmek yemekti.  Ölümüne ekmek,  çıldırasıya ekmek, tokmalayasıya ekmek. 

Annemin demesine göre aslında zengindik biz. Paralarımız hep bankada duruyordu. Dükkanlarımız falan vardı. Hatta Mersin diye bir yerde yazlığımız bile vardı. Sonra adını hatırlamadığım başka bir yerde daha. Çok acayip zengindik. Okula gittiğimde herkese semtin en ama eeen zengini olduğumuzu söylüyordum. Buna inancım tamdı.  Böyle söyleyince benden korkuyorlar ve arkadaş oluyorlardı. Zenginliğin hükmedici, ateş böceklerini toplayan sokak lambası gibi çekici bir etkisi var. Fakirliğin ise tiksindirici, çil yavrusu gibi dağıtıcı.

  Mahallede neredeyse herkesin yoksul olması, yoksul olduğumuzu fark etmemizi engelliyordu. En iyi durumda olanın en fazla Şahin arabası ve bulaşık makinası vardı işte. İyi durumdakilerin evlerine makinalarını seyretmeye giderdik  ( MAKİNA SEYRETMEYE GİTMEK) Bulaşık makinası çok acayipti. Tabakları içinde çalkalayıp durduğu halde neden şıngırtı gelmediğini, kırmadan nasıl geri verdiğini yoğun beyin fırtınalarına, çeşitli iştişarelere rağmen çözemedik. Görmemişler demesin, şımarmasın diye ev sahibine de soramadık,  içimize oturdu. Çamaşır makinası daha beterdi. Sıkarken çıkardığı sese bakılırsa her an patlayıp binayı yerle bir edebilirdi. Bu şeyi eve sokanın şuncacık aklı yok. Zaten temiz de yıkamıyor, yıkarız elimizde misler gibi.  Benzer nedenden düdüklü tencereye de alışmak hiç kolay olmadı. Bu tencerede yemek pişerken eve girmek her babayiğidin harcı değil. Girip düdüğünü indirebilen o yürekli çocuklara selam olsun. Bunların dışında yoksulluğumuzu yüzümüze vuran,  bak onlarda şu var bizde yok diyebileceğimiz fazla örnek olmadı. Her ev de hemen hemen aynı kokan yemekler pişiyor, aynı pazarın atleti, aynı mefruşatçının çarşafı iplere geriliyordu. Kapıların önünde yığılı ayakkabıların hepsi aynı dükkanın rafından inmişti. Terliklerse hurdacı Abidin’in hurda karşılığı bin bir nazla abla valla kurtarmazlarla verdiği, tokaları sudan paslanmış tokya terliklerdi. Genelde bütün hurdalarımızı bir kırmızı hamam tası anca kurtarıyordu.  Gayri safi milli hasılanın açıkladığı 4 kişilik mutfak masrafını borsayla ilgili bir şey sanan insanlardan söz ediyorum. Rakam yükseldikçe memleket iyiye gidiye aman dolar yükselmesinde.. diyen insanlar. Gayri Safi adlı herif o 4 kişinin kim olduğunu hiç açıklamadı yalnız. 

     Fakirlik güzellenecek kadar matah bir şey değil anladık. Bienal'da sergilenen bir çalışma olmadığı müddetçe hiç kimse ortasında damdan damlayan suların biriktiği leğen olan evi dekoratif bulmaz. Ama durumumuzu kabullenmemiz hepimizin iyiliği için. Aksi takdirde geceleri beyaz türkleri yemeye çıkan, plazalarda kravatlı avlayan yamyamlara dönüşürdük. Çok kabullenebildiğimiz de söylenemez. Borçla harçla alamancı akrabalarının gönderdiği üstle başla orta sınıfların arasına karıştık, zenginleri koklamak hiç olmazsa uzaktan nasıl yaşadıklarını seyretmek istedik. Çok aşırı fakirler müstesna. Çünkü onlar seyretme yerlerine bile gidemeyecek kadar fakirdi. Aşırı fakir bir kız vardı ismi Hatice. Hem albino hem de aşırı fakir  olduğu için kimse onunla oynamıyordu.  Temizlik parası toplanacağı vakit öğretmen onu “Hatice sen getirmiyorsun” diye teğet geçiyor bu sayede diğer çocukların onu mimlemesini sağlıyordu.  Hatice getirmiyordu. Getirmedikçe damgalanıyor, ayrıştırılıyor, işaretleniyordu. Bu benim için de bir işaretti. Ne olursa olsun o para gelmeliydi! Gerekirse tarlaya tapana gidilecek, humar oynanacak, çalınacak çırpılacak getirilecek. Hiç kimse evde ekmek arası küp şeker, ekmek üstü pilav yediğimizi öğrenmemeli. Tek bir kişi bile okul çantamın kırk çocuğun sırtından geçip bana ulaştığını, yamalarla ayakta durduğunu, yırtıklarında tarih öncesine ait böcek fosilleri bulduğumu, odunumuz olmadığı için saman ve tezek yaktığımızı, annemin açlıktan tespih çektiğini daha bir çok küçük sırrımızı bilmemeliydi. Bir çocuk için erken sayılabilecek yaşta bir hayli onur meselesi yapmıştım. Servet sahibiydim. Hayatta bir insanın başına gelebilecek en utanç verici olay temizlik parası getirememek.  Hatice’nin safına geçmek, öğretmenin bana dönüp “sen getirme” cümlesini kurması.. Bunlar altından kalkılacak, yenilip yutulacak çileler değil.

       Bir sabah korktuğum oldu. Akşam  anneme babamdan 10 lira alması için defalarca tembihlediğim halde, annem parayı alamamıştı. Çünkü babam eve gelmemişti. Kim bilir hangi kadının koynunda sabahlamış, hangi duvar dibinde sızıp kalmıştı göbel. Acaba gelse verecek miydi? Yoksa bir 10 lira için sıra dayağı mı yiyecektik bunlar hep gizem olarak kaldı. İyi ki. Yıkılmayı kapı eşiğine çömerek tıpkı annem gibi sessizce yaşamak istediysem de kudurmayı durduramadım. Babama çekmişim. Hem yıkıldım hem kudurdum. Yerlerde tepiniyor, elime geçirdiğimi sağa sola atıyor, üstümü başımı yırtmaya çalışıyordum. İşte aşırı küp şeker yemenin sonuçları. Annem ne yapacağını bilemeden öylece duruyordu. Ağlamış gibiydi. Belki de az önce soğan doğramıştır nebliyim (soğanımız boldu, her gününe şükür yareppiim ) Buğulu gözlere bazen fazla anlam yüklüyoruz.  “Okula gitmeyeceğim artık. Temizlik parası veremedikten sonra ne anlamı var okumanın” dedim.  Annem bunu duymadı. Çünkü hemen az önce “git anam git her şeyden yıldım” demiş çekmiş gitmişti. Annem ilk defa bir şeyden yılmıştı??? Sabır? Şükür? Meeeh! O gidince kendime baktım. Güzel dağıtmıştım ama. Öfkeden kafamdaki martı kurdeleyi yemişim. Çorabımın teki de ortada yoktu. Sonra onu 3 sokak aşağıda buldum.
Annem bir saat sonra geldi. Annem, parayı parmaklarının arasında kendine has bir şekilde tutar. Öyle bir tutuştur ki elinde kaç para olduğunu parmağının boğumundan anlarsın. Tam tamına 10 lira tutuyordu. “Al şunu al da okuluna git, karaltın kaybolsun giit!” diye bacaklarımın arasına hışımla fırlattı. Onurumu şerefimi kurtaran, beni götürmeyenlerden eylemeyen bu iyiliğini hiç unutmadım. Ertesi günden sonra uzun süre omaçı yumurtasız yedik ama olsun. Paçayı kurtarmıştım ya. Teşekkürler sarıfışkı. Işıklar içinde uyu   


                                                               (bu yazının bi ana fikri yok, öylemesine)


Bi arkadaşa bakıp çıkıyorum

     Uzun zaman ara verince nasıl başlanır bilirsin "bloguma uzun zamandır yazmıyordum bir uğrayayım dedim, özlemişim..." f...