Pazar, Aralık 15, 2013

Çok canım sıkılıyor kuş vuralım istersen

       


   Ankara yine sert bir kışla karşı karşıyaydı. Tepeleri, korulukları, yolları, evleri karlar alıp götürmüştü, satamadan da getiriyordu. Ankara'nın kışını kim alır ki? Sanki gökten çığ düşmüş, karın altında kalmıştık. Haliyle her kışa dendiği gibi, bu kışa da yüz yılın ennn enn sert kışı dendi. Yaşlılara geçmişte gördükleri benzer kışları kıyaslayıp, hikayeleştirme fırsatı doğdu. O gece saat gece yarısına yaklaştığı halde hiç birimiz uyumamıştık. Az önce kış hikayecisi bir teyzeyi daha savuşturmuş olduğumuzdan yorulmuş, sere serpe yatıyorduk. Gürül gürül yanan sobanın alevleri tavanda ışık oyunları yapıyor, annem de sobanın gözüne babamın sabah evden giderken tembihlediği çöçeği yerleştiriyordu. Çöçek, çiğ köftenin pişirileni denebilecek bir yemek. Kuru soğan, yeşil biber, bulgur gibi malzemeler etli veya etsiz yoğuruluyor bir tepsiye yayılıp fırında kızartılıyor. Çocukken çok tatlı gelirdi de büyüdükçe annemin çocukluğumun kışlarında yaptığı, pekmez helvası, arabaşı ve çöçek gibi yemeklerin aslında insanın boğazına doluşan, içini kurutan, apartma yemekler olduğuna karar verdim. Annem duymasın. Bu sırada dışarıda bir kaç kez silah patladı ve hepimiz aklımızdan geçen bin türlü senaryoyla dışarı fırladık. Karanlık, boyumca karla kaplı, kömürlüğe ve tuvalete gitmek için yollar açtığımız bahçemizin ortasında babam ve bir kaç adam daire şeklinde toplanmış ortadaki bir şeye bakıyorlardı. Korkmuş ama mutluydular. Hatta babama abartılı bir teveccüh gösteriliyordu. Babam bizi görünce, eliyle sert bir içeri girin işareti yaptı. Annem, babamın bakışları da dahil bütün tepkilerine karşılık daima geri çekilir. Babamın bizi kendine yaklaştıran tek bir vücut hareketi yoktur. Bakışı, elleri, ayakları, öksürüğü hep gidin der, gidin.
  Annem ve diğerleri eve dönerken ben, yerdeki şeyin ne olduğunu merak ettiğim için bir kaç adımda aralarında bittim. Bembeyaz kar kana bulanmıştı ve kanların ortasında kocaman, tüylü bir köpek yatıyordu. Babam beni gördüğü halde ses etmedi. "Eti yinmez, postu para itmez atalım gitsin, başımız derde girer belediyeyle" dedi biri. "Niye eti yenmesin n'olur ki la" diyeni hemencecik susturdular. Öteki, hayvanın buralara kadar gelmekle salaklık ettiğini ama demek ki baya aç olduğunu ekledi. Kış o kadar çetindi ki kurtlar burnumuzun dibine inmişti. Kurtlar? Yerde yatan kurttu. Doğal olarak ilk defa kurt gördüğüm için daha da yaklaşıp köpekten farkını bulmaya çalıştım. Tek farkı yoğun, alacalı tüyleri ve biraz daha iri olmasıydı. Eğilip yüzünü görmek istedim. Ağzının ve gözlerinin hareketlerine bakılırsa hala can vermemişti. Az sonra da gözlerindeki kıpırdanmalar, ışıklar ve manalar kayboldu. Sonra da bedeni. Bacaklarından tutup sürükleyerek götürdüler. Nereye götürdüler bilmiyorum. Onu babam vurmuş.



                                                            bu ara flört dinliyorum
  
          Üzülmüştüm ama bu babamla ava gitmeme engel olamadı. Sonbaharda başlayıp kışın öldürücü soğuklarına kadar babam mahalleden bir kaç kafadarla ve abimlerle ava giderdi. Bazen sırtına bağladığı kocaman kanlı, kirli bir çuvalla gelir, çuvalı karın üstüne dökerdi. Yüzlerce, sığırcık, serçe, güvercin. Oturup sayardık, 15, 35, 57, 93. Sonra da birazını komşulara dağıtır, temizler, günler boyunca küçük küçük kuşlar yerdik. Çöçekten daha çok sevdiğimiz kesindi. Tavşan eti hariç. Türcü midemiz; ponçik, tontiş, hoppidik tavşanı yemeye katiyyen razı olmadı. Babam biz 3 kızına da avlanmayı öğretti. O kim bilir belkide eser miktarda avrupa görmüş biri olduğundan kızlarını o kadar sıkmak istemiyordu. Saçımı salıp, süslenip düğüne derneğe giderken görünce maşallah benim türkan şoray kızıma diye seviyordu. Ama özellikle amcam ve kahvedeki erkeklerin evde dururlarsa eve erkek alırlar, sokağa çıkartırsan peşlerine erkek takarlar, her halükarda bir erkeklik canları var gazına çabucacık gelip o mili gramlık avrupalı baba huyunu da kaybediyor bizi hemen, acilen baş göz edesi geliyordu. Ah o amcam ah. Alzaymır olduğun için üzülmeli miyim? Bence hayır. Tuhaf ki babam üç cümlede çabucak aleyhimize gaza gelen bir adam olmasına rağmen, avlanmaya götürmekten "kızlarını ayılar siker" bile deseler caymadı, caydıramadılar. Özellikle sonbahar aylarında, kırıkkale'den yozgat'a geniş bir kırsal alanda avlandırdı da avlandırdı. İstemeye istemeye, zorla cürümle. Sonbahar hem dağların en şahane meyvesi alıçın mevsimiydi, gitmişken ondan da topluyorduk. Hem de piknikçiler ve yaylacılar nihayet evlerine dönmüş olduğu için onları vurma riskimiz azalıyordu.

          Av tüfeği, ateşleyince mermisindeki saçma parçaları çok geniş alanlara saçılan, bu sayede aynı anda onlarca kuşu indiren bir silah olduğu için tehlikelidir. Çoluğun çocuğun eline tutuşturmak hatadır ama babamın hayatta en çok istediği şeylerden biri kızlarını avcı olarak görmek olduğundan bu konuda kimseyi dinlemedi. Annem arkamızdan kaç ağıt yaktı, her tarafımıza bizi koruması için muskalar iğneledi. İçlerinde öğrenmeyi en istemeyen bendim. Çünkü hala kurdun gözlerindeki ışığı unutmamıştım. Ne zaman babam tüfeği komutan tonlamasıyla gez-göz-arpacık diyerek gözüme yaslıyor, gezin öte yanından kurdun ne renk olduğunu hatırlayamadığım sulu, elveda der gibi bakan gözleri beliriyordu. Ama maalesef babamın istediğini yapmak zorundaydım. Başka bir seçeneğimiz olmadığına inanmaya alışmıştık. Acıma duygumu yok etmesi için çocukluğumda gözerle tuzak kurup öldürdüğüm kuşları düşündüm. Zaten onları başka bir aletle yine  öldürüyordum ki, şimdi öldürme aletim tüfek diye mi mızmızlanıyordum? Hem bu tüfeğin mermisini de evde kendim imal etmedim mi? Ne yaptığımı sanıyordum çöçek mi? İlk ateşlemenin insanı "sağır oldum işte, kendimi vurdum işte, birini vurdum işte" endişelerine sürükleyen etkisi geçtikten sonra ikinci atış daha kolay atlatılıyor. Sonra ise kendinizi bu bağımlılık yapan öldürme zevkinin kollarına atıyorsunuz. Sazlıkların içine ateş edip vurduğunuz hayvanları toplamak, saymak, büyüklüklerine bakmak garip bir zevk veriyor insana. Bilinçsizce kendinizle ve öteki avcılarla rekabet etmeye başlıyorsunuz. Buradan savaşlara dair bir ders çıkarmak gerekir mi emin değilim. Bence hiç üstünde durmadan uzaklaşsak daha iyi olur. Babam da uzaklaştı keza. Ne zamanki bizi de bu avlanma tutkusuna katıp sürüklemeye başladı vurduğu hayvanlar birer birer ziyaretine gelmeye başladılar. Geceleri, sıcak yatağında uyurken ve elbette silahsızken başına çöreklendiler. Nefesi genzine tıkanıp kendini evin koridorlarına atıyor, boğulmaktan kurtulmaya çalışırken bildiği tüm duaları okuyordu. Tövbe istiğfar çekiyordu sürekli. Bize uzun zaman bu durumu basit bir nefes sıkışması diye açıkladıysa da "av eti yemeyeli aylar oldu" sesleri yükselmeye başlayınca avlanmaya tövbe ettiğini söyledi. Gerisini annem detaylandırdı. Güvercinlerin, serçelerin ve sığırcıkların babamı önlerine katıp çığlıklar atarak kovaladıklarını. Tavşanların babamın kafasını bir havuç gibi katur kutur kemirdiğini. Babamı düz ovada avlayan keklikleri. Ben en çok kurdun babama nasıl bir sürpriz hazırladığını merak ettim. Ama anlattıklarını hatırlamıyorum.

Sıkı can iyidir, kuş vurmayalım istersen


not: blog yazmayı teşvik için bir kaç arkadaşım #blogfırtınası diye bir eylem başlatmış. çok güzel yazılar okudum sayesinde. bakın bence

Bi arkadaşa bakıp çıkıyorum

     Uzun zaman ara verince nasıl başlanır bilirsin "bloguma uzun zamandır yazmıyordum bir uğrayayım dedim, özlemişim..." f...