Cumartesi, Aralık 12, 2015

Bi arkadaşa bakıp çıkıyorum




     Uzun zaman ara verince nasıl başlanır bilirsin "bloguma uzun zamandır yazmıyordum bir uğrayayım dedim, özlemişim..." falan filan. İşin açığı ÖZLEMEDİM. Çünkü çok işim var anlıyor musun? Meşgul bir insanım ben. Bir bakmışın hacettepe hastanesi koridorlarında psikolojisi iyiden iyiye bozulmuş annemi nöroloji servisine doğru sürüklüyorum, bir bakmışın bir köyde hasta bir teyzenin altını bezliyorum, bir bakmışın dükkana mal indiriyor, bir bakmışın aşırı şekilde "BİR" kullandığım bir blog yazısı yazıyorum. Benim için en son sırada her hangi bir yere yazı yazmak var artık. Keşke böyle olmasaydı ama hayatta hiçbir şey biz istediğimiz için olmuyor. Git ve mücadele et, git ve onu al, bir şeyi çok istiyorsan olur gibi yaşam koçumsu aforizmalara siktir çekeli yıllar yıllar oldu. Bu kalıpları artık sadece aşkım kapışmak kullanıyor, bir de sabah programlarındaki evlilik danışmanları.  Artık biliyorum ki hayat bizim dışımızda ilerlerken bizi de yanında sürükleyen bir hoyrat yel. "Şansa inanmıyorum başarımın sırrı çok çalışmak" diyenlerin de yüzüne ossurayım afedersin. Şans, nüfuz, kankacılık ve bol para, bol baba parası olmadan başarıyı götüme çalışarak kazanırsın afedersin. Gel buna da çalış gel.

     Lafımızı koyduktan sonra gelelim sadede. Bloga artık yazmayı sevmiyorum, çünkü blogumun google tarafından kapatılmış olması gururuma dokunuyor. Gururlu bir insanım ben. Boş zamanlarımda gözlerimi kısarak göğe bakarım. Bir blogu iki götü boklu şerefsiz dallama "porno içerikli" şikayetinden bulundu diye, gerçekliğine bakmaksızın banlamak ve açılması için hiç bir yol göstermemek haksızlık ve ben bu haksızlığı hazmedemiyorum. Google benim gözümde faşist bir oluşum artık. Ben yıllarca sömürüp sömürüp sonra beni kendi blogum hakkında söz söyleme hakkından mahrum eden bir sisteme daha fazla emek vermek istemiyorum. Başka bir blog hizmetinde yepyeni bir blog açıp devam etmek daha iyi olacak. Bilmiyorum şimdilik böyle hissediyorum... (yinebengeldimpislikgoogle.blogspot.com diye blog açtı)

    Bu arada ben, çoğunlukla kadın gündemini işleyen ama feminist denmeyecek Pulbiber Dergi  de yazmaya başladım. Daha önce Lemanyak dergide yazdığımı söylemiştim, iki yazı sonra mizah dergilerinin bana göre olmadığını kanaat getirip yazmayı bıraktım. Kendim bıraktım. Ben mizah yazarı değilim, kendimce dertlerim var ve bu dertleri mütemadiyen hahaha hihihi diye anlatmanın da bir sınırı oluyormuş. Zaman aşımına uğratamadığım dertler böğrüme oturuyormuş da ivil ivil çürütüyormuş böğürcüklerimi. Geçmişi, artık bir mazi olunca gülümseyerek hatırlamak güzel de şimdi nasıl gülümsemeli? Öte yandan dergide yeterince ciddiye alınmadığımı düşündüm. Yıllar içinde kişiliğime gittikçe daha çok yerleştiğini fark ettiğim bir ciddiye alınma arzusu, saygınlık ve fikrimin sorulması beklentisi var. Sanırım yaşla alakalı olarak artık sorumsuzluğa, emrivakiye ve ciddiyetsizliğe tahammül azalıyor. Ergen yetişkinler görecek yerlerim ağrıyor.

   Dergide ne üzerine yazdığıma gelince. Benim geçmişle ilgili takıntılarım blogu az çok gözden geçiren herkesin malumu. Geçmişi eleştirmekten kurtulmam ancak mezara girince mümkün olacak. Gerçi mezarlar için de çeşitli eleştirilerim var ama neyse. Bu nedenle yine geçmişim,  ailem, çocukluğum, kadınlar, erkekler, evlilikler, gelenekler gibi konuları yazmak istiyorum (Kaplumbağalar, düdüklü tencereler ve atmosfer gazları hakkında yazmadığım için bazılarından özür dilerim. ANLAYANA...) köşemin adını da "Avratname" eyledim.. Umarım benim için uzun soluklu olur. En azından böyle ara sıra sakin sakin yazmaya devam etmek beni yazmaya küsmekten kurtarıyor. Onun dışında 3.kitabım için de araştırmalara başladım, haftaya finlandiya'ya gidip kitabımın geçeceği mekanları göreceğknfdkjfdjk Şaka şaka ne araştırması ne finlandiyası be oha! şu an yozgat'ın bir köyünde kahrol rusya al sana kerpiç! diyerek kepiç yakıyorum. Gününü göreceksin rusya! seni domatese limona muhtaç edeceğiz! Kitabımın mekanı yazık ki, bu şartlar altında en fazla tandırlık olabilir, ismi de yozgat ve güzel eşşekleri. Kader işte. Biz de böyle bi tezeneyiz



Bu da dergiye yazdığım ilk yazıdan


          Ne şehirli ne de köylü olabilmiş, birine gönül verse ötekinin hatırı kalan bir yerde büyüdüğüm için insanların her iki tarafa da uyum sağlamak isterken düştükleri ucubeliklere, tutarsızlık ve şapşallıklara  yakından şahit oldum. Tabi bana göre şapşallık olan kimine göre ahlaksızlıktı o ayrı. Özellikle kadınların, içlerinden gelenlerle etraftakilerin beklentileri arasında git gelden yoruldukları, şekilden şekle girdikleri, sürü sepet yalana bulaşıp bedeller ödedikleri nice sahneye rast geldim. Evdeki dede, baba ve öteki pok püsür erkek tayfası kızların başı örtülü olsun, önlerine dakkada aş ekmek koysun, evden çıkar çıkmaz ölsün falan isterdi. Anne, kızı iyi bir kocaya varsın yerini yurdunu bilsin diye dualar ederdi. Komşular ahlaksız olduğu ortaya çıksın da kendi kızları namusta bir adım öne geçsin diye pusuda bekleşirdi.  İş yerindekiler “ıyyyh geldi yine şu varoş der” üstünün başının derme çatma o özenti hallerine tısır tısır gülerlerdi. Mahallenin bakkalı, manavı, overlokcusu hepsi çok elzem gibi bir pürüz arardı dişi bedende.  Acaba kırıtarak mı yürüyordu? Eteği azıcık kısa mıydı? çorap mıydı ten miydi? Dudağı boyalı mıydı kendi rengi mi? Nasıl da kokuttu geçti karı hangi parfümdü kullandığı? İş mi attı lan o manavın çırağına? Çırak mı ona? Yoksa bahçıvan mı uşağa?  Osman! mahallenin kızına yan bakma sıçarım babayın çanağına! Salıversen yırtıcı kerkenezlere dönüşecek kadın kısmını piksel piksel rötüşleyerek titrek güvercinlere çeviriyorlardı.  Neyse ki hepsini değil.                                                          

    Bazı kadınlar toplumun ikiyüzlü zeminini bulmuş üstünde arjantinli topçu kıvraklığında top çeviriyordu çok şükür. Onlara görmek istediklerini fazla fazla veriyor, görmek istemediklerinin zırnığını dahi göstermiyorlardı. Bu oldukça zor bir mesaiydi lakin insanca yaşamak için onların da pek sevdiği gibi ikiyüzlü olmaktan başka seçenek kalmamıştı.  Ne görmek istiyorlardı? Ezikliğe verilen titrler, kadına kesim edepler, hanım hanımcık musturluklar, kırılgan duruşlar, şekilli mahcubiyetler, öteki kadınlarla hamaratlık tokuşturmacalar, içindeki zarı yalnızca nikahlı erkeğine deldiren yalandan kutsanmış bedenler. Ne görmek istemiyorlardı?  Sokaklarda kahkaha atan, açık saçık giyinen, yüzüne boyalar çalan, erkeklerle konuşan, eve geç saatlerde dönen, okuyan ve çalışan oynaklar! Orospularrrr!! Görmek istemiyorlarsa biz de göstermeyiz dedi ve şelale gibi devinen arzularını yer altına indirdiler. O kendinden gardiyanlar neler kaçırdıklarını bilseler tüm yasakları yasaklarlardı.  Bu sahtekar, taklacı güvercinler içinde ablalarım da vardı, komşu kızları da, yakın ve uzak akrabalar da. Üstünüze afiyet ben de.

   Taşranın çöp kokan çamurlu sokakları gündüzleri şehir merkezine doğru gitmiş anne topuklu ayakkabı izleri ile dolarken, geceleri dönüşe geçmiş tek tük ince topuklu ayakkabı izlerine şahit olurdu. Bir noktada izler kesilir yerini yeniden makbul topuk izleri alırdı. Tren raylarının etrafındaki yıkıntılarda alelacele kıyafetler değişirdi.  Basma etekler poşetlere girer, ucuz pespaye kumaşlardan dikilmiş rutubet kokan ahlaksız elbiseler giyilirdi. Bazen o taşların arasından unutulmuş anne penyeleri, tokalı terlikler bulunurdu da “bu dilencilere bir daha üst baş vermeyin bak gene tren yolunun oraya atmışlar” diye yorumlardı mahallenin dekoder emmileri.

  Sevinç abla, bir mevlüt evinde hacı babasının dört dörtlük kızı olarak övüldüğünün akşamı bizim evde çantasındaki prezervatifi gösteriyordu. Hayatımda ilk gördüğüm kaputtu, şişirdik şişirdik güldük. 1 yıldır işe giderken başına bir eşarp bağlıyor Mamak sınırlarından çıkar çıkmaz röfleli güzel saçlarını bayrak gibi dalgalandırıyordu. Özgürlüğün sarı bayrağı. Kimse de demiyordu ki bu kız kendine bir yıldır niye yeni bir eşarp almıyor. Kocası hapiste olan Firdevs abla evine erkek olarak babamı alıyordu. Gerçi babam neredeyse gözüne kestirdiği her kocasız kadının evine girmenin bir yolunu bulurdu. Kadının biri onu bacağından vurunca ancak kendinin de bir evi olduğunu hatırlamıştı. Annem makbul kadındı, erkeğin elinin kiri dedi sustu oturdu. Neyse bu konulara ilerde bildiğim bütün küfürlerle beraber dönerim. Amcamın kızı kuran kursuna gidiyorum diye Cebeci’deki sevgilisiyle buluşmaya giderdi. Tren raylarında beraber soyunurduk. Mutluyduk. Ülkü, annesi Yasin toplantılarında, hayatında hiç deniz görmemiş Ankaralı kadınlara “denize girmeyin hemşireler, denizlerde erkek vücutlarının suları var haramdır haram” diye fetva verirken 3. kürtajını oluyordu. Ben, duvarında kabe manzaralı kilim asılı hacı yağı kokan odamızda masturbasyon yapıyor, çin’deki adamları bile işletecek kadar telefon sapıklığında kademe atlıyordum. Ergün’ün çükünü kendi vajinamdan çok görmüştüm. Uğur’la yatmayı düşündüğümde 8 yaşındaydım. Aldatmayı düşündüğümde 9

   Bizim kokuşuk düzene kafa tutan küçük oynak dünyamız, karda açan öğsüz oğlanımız. Evet, herkes gırtlağına kadar yalana batmıştı, hepimiz hemen  yarım metre aşağıda bacağımızın arasında duran cinsel zımbırtıların hazzına ancak gayrı meşru yollarla dolaylı yollardan ulaşabiliyorduk, herkes bi ötekinin götünün çanağındaki benden,  etek boyunu bırak apış arasının kıl boyundan haberliydi  ama bilmiyormuş gibi yapmakla sözleşmiştik. Dendiği gibi “gerçekler dayanılmaz olduğu zaman herkes yalana sarılır”dı. Bu iyi bir durum demek mümkün değil fakat kötü bir durum da sayılmazdı. Kendi içinde heyecanlı, ateşli ve maceralı. Ama dışarıdan bakınca sanırım baya çirkince bir şey. Bir yalan imparatorluğu,  mide bulandıran devasa ahlak piyesi. Keşke olmasaydı lakin olan oldu.


Bir gün bir yerde belki de aynı yerde yine görüşeceğiz. Sevgii

Çarşamba, Mart 18, 2015

Kim bilir orada ne yapıyorumdur

     


               *İş arkadaşımın kocasının tacizleri yüzünden çelişkili günler geçiriyorum. Aslında bu taciz konusu da ince iş, ne taciz ne değil iyi belirlenmesi gerekiyor. Bazen arkadaşımızın aramızdaki hukuka güvenerek yaptığı cinsel göndermeli şakalaşma veya tanıdığımız erkeğin bize iltifatı da olabilir. Tanımadığımız erkekler de bize iltifat edebilir elbette, ama onun da bir zamanı, yeri, üslubu ve oranı olmalı. Sanırım "kadın durumdan rahatsızsa tacizdir" demek yeterli olur. Yeni evlendi arkadaşım. Birbirlerine olan aşkları gıpta edilecek cinsten. Arkadaşım; kocası mağazanın kapısından girince bile koşarak sarılan, elleriyle yemek yediren, kıskanmasın diye ne istiyorsa giyen, nereye istemiyorsa gitmeyen delice aşık bir kadın. İlk evlendiklerinde beraber yaptığımız bir muhabbette siyasi görüşüm yüzünden adam bana ufaktan kıl olmuştu. İşçi partili, facebook kapak resminde "her türk asker doğar" yazan, kolunda Atatürk dövmesi olan ve en sevdiği yazar Yılmaz Özdil olan biri, vicdani redçi, kürtleri savunan, oyunu HDP ye verdiğini söyleyen bana elbette gıcık olmalıydı. Aramızda günlerce siyasi tartışmalar döndü. Daha doğrusu ben onun görüşlerini hiç bir şekilde eleştirmedim o benimkileri beğenmemişti ve ben günlerce kendi fikirlerimi savunmakla uğraşıp durdum. Gerçi her türk asker doğar fikrine azcık atar yaptım yalan değil. İşçi partisi de ne bileyim biraz şey.  Fakat ne olduysa son bir kaç aydır bana karşı tavırları yumuşadı ve tam tersine dönüştü. Eşinin yanında iltifatlar yağdırıp evlerine davet etmeye başladı. Facebook hesabım olmamasına kızdı, telefonuma numarasını kaydedip, saçlarım kızıl olursa daha seksi olacağımı ekledi. Bütün bunları arkadaşımın yanında yapmasından "bunlar normal herhalde lan, baksana karısının yanında diyo" diyerek yadırgamadım. Fakat ben evdeyken, gece geç saatlerde arayıp "sizin o tarafa geliyorum bak bakiim oralarda park yeri var mı demesi" de yadırganmayacak gibi değildi. Park yeri araması değil, gece araması. Bunları da normal olarak kabul ettim. Belki gerçekten işi vardı bu tarafta ne biliyim. Dükkanın arka tarafında ben üstümü değiştirirken içeri "canıııım" diye dalmasını bile normal kabul ettim. Kıyafetlerimi götümü başımı dakikalarca süzüp, ben yakalayınca "ne biçim bi tarzın var ya, ne şimdi ne bu bunlar bu" gibi kekelemeler yaşamasını da önemsemedim.  Fakat geçen gün dükkanda yanında getirdiği ruju dudaklarıma sürmek isteyince nihayet jetonum düştü. Kırmızı ruj bana yakışmaz ki bir kere? Şimdi kara kara düşünüyorum işi mi bıraksam yoksa ikisini karşıma alıp "arkadaşlar grup mu yapmak istiyoruz?" diye sorsam mı? Ben zaten bu konularda biraz meşrebi geniş biriyim. Belki de babam yanımızda anneme içine girmeli türküler söylediğinden olabilir. Pek kafam basmıyor taciz durumlarına. Her halde afedersin sikmeye kalkarsa ancak "haaa eveeet bu taciz bence" diyeceğim görünen o.



          *Seçimler yaklaşırken yine AKP seçmeni hakkında koyundur, makarnacıdır, kömürcüdür muhabbeti sıklaştı. Hiç hoşlanmıyorum bu tarz sınıflamalardan. AKP'lilerin keMAL :))) esprileri ne kadar komikse, koyun fotografı koyup AKseçmen ;) yazmak o kadar komik.  Biliyorum bu bir yoksul aşağılaması değil, ufak tefek hediyelere tav olup oy verilmesine bir eleştiri ama maalesef gerçekçi bir eleştiri değil. CHP veya diğer partiler de benzer dağıtımlar yapıyor, önceki seçimde CHP paketlere ekstra olarak türk kahvesi eklemişti ama yine seçilemedi. Demek ki kahve bayatmış. Bunda kötü bir şey görmüyorum hatta çok lazım bir şey bence. Anadolu'daki soba ve kış sefaletini yerinde yaşayan biri olarak diyebilirim ki bir miktar kömürle kalbimi rahatlıkla çalabilirsiniz. Hele 10 torba kömüre saçımı kızıla boyatıp dudağıma kırmızı ruj bile sürdürtürüm. Ve fakat olayın iç yüzü hediyeye oy vermek bile değil benim canım. Daha derin ve daha anlaşılmaz şeyler yaşanıyor oralarda. İflah olmaz bir AKP'li olan ve tayyib'in daşşaklarını yiyip bokunu avuçlarım demeden güne başlamayan babam üzerinde yaptığım araştırmalar sonucunda diyebilirim ki olay tahminimizden daha büyük bir cehalet. Öyle aaa o kadar tape dinlediler, hırsızlığı gördüler, yalanları bir bir çıktı ama hala AKP'ye oy veriliyor demek ki ekonomi batınca anlayacaklar vs. demeyin. Öyle bir şey asla olmayacak. Babama göre "Kabataş yalanını Bahçeli söyledi, gezi bir filmdi filmden sahneler gösterip sanki olay varmış gibi göstertildi, Halkbankası CEHAPE'nin o paralar da gılışdar'ın bir zamanlar SSK'dan çaldığı paralar AKP bulmasaydı ülke batmıştı,  hala ahır halinde duran bin cami varmış AKP hepsini tek tek bulup temizliyormuş, Aksaray o kadar da büyük değil mercekle büyütüp göstertiyorlar,  Tayyip Erdovan gerçekte Abdulkadir Geylani ama söylemiyor, Muhsin Yazıcıoğlu'nu gılışdar öldürmüş, Ali İsmail'i Bahçeli,  AKP giderse müslümanlık kaldırılacak, tape ney?...." Evet bunlar babamın söylediklerinden aklımda kalanlar, unutmak için mazotla isotu karıştırıp sabah üç bardak akşam üç bardak içiyorum



*Yazın hayatımda da gelişmeler oluyor ama ben iyice içine kapandım bu konuda, kimseyle paylaşasım gelmiyor. "artık şeyde yazmay.... yeni kita.... benim bir öykü...." diye başladığım bir milyon cümleyi yazarken sildim. Her taraf taslak ve şablon doldu. Esasen internetten ve özellikle içinde debelendiği -twitır, akp, ortadoğu, hocanın biri gene şunu demiş, havuz medyada çıkan yazı- döngüsünden kuskuntu geldi. Akp'den nefret ettiğim kadar, muhalefet için o taraftan tiplerin ağzına bakar olma muhalifliğinden de nefret ediyorum. Bunları görmemek için internetten uzak duruyorum ama bu kez de gündemden o kadar uzağa düşüyorum ki babam gibi "hepisi gılışdarın suçu hepisi" diyen biri olma ihtimalim kuvvetleniyor. Velhasıl ara sıra okumam ve yazmam gerekiyor. Son olarak Lemanyak dergisinde yazmaya başladım. Umarım devam ederim, bilmiyorum. Mizah dergileri bende biraz sabıkalı 



*Blogumu birileri kıskanıp (a.k.a herkesin derdi ben olmuşum demek ki zamanında iyi koymuşum...) google'a ispitlediği için içerik uyarısı veriyor. bir iki yere yazdım ama bu meseleyi düzeltemiyorum, hala bana "yetişkin içeriğiniz varsa demek..." cevabı veriyorlar. Yetişkin içerik ne lan? Koyacam orta yere üstünde AL İÇERİK yazan kıllı taşşak görseli o olacak. Google'ın böyle bir handikabı var, şikayet edebiliyorsun ama şikayeti düzeltemiyorsun. Sana biri PORNOCU OROSPU ŞEREFSİZ OĞLU ŞEREFSİZ GAVATI diyebilir, mahkemeye verip hapse attırabilir. Kuzu kuzu o hapsini yatıcan. Herifler mükemmel sistem yapmışlar. Ülkemize de uyumlu. diktalık forevır < 3


bitti..


Perşembe, Şubat 19, 2015

Cinsel saldırılarda yanlışlar ve doğrular

 

   Özgecan'ın "bahane" bırakmayan katli toplumu derinden sarstı. Belki de bazılarını sarsan asıl şey Özgecan'ı yeterince günahkar bulamamaktı. "Masum kendi halinde bir kızcağız" diye şaşırıp şaşırıp kalmalar da bundandı biraz. Çünkü bizler alışmış olduğumuz üzere faturayı; zanlısından, ailesine, polisinden, hakimine olağanüstü bir çabayla ve hızla tacize ve tecavüze uğramış kadına keseriz. Aranmıştır, kaşınmıştır, zemin hazırlamıştır. Yaptığımızın, insanın yaşam hürriyetine, özgürlüğüne ve hatta kendi özgürlüğümüze ket vuracağını, bizi yavaş yavaş karanlık, hareket etme alanı belki ancak üç adım olan bir kuyuya sürükleyeceğini bile bile arsız bir cüretle "o da kim bilir ne yapmıştır" ı sarf ederiz. Yüzümüz kızarmaz, empati bilmez, sonra bizim veya sevdiklerimizin başına gelme ihtimalini düşünmeyiz bile. Çünkü zaten bizim başımıza assslaaa gelmez. Ahlaklıyız, namusluyuz, edepliyiz, önümüze bakarak yürürüz, errrkek gibi kadınlarız, evlenilecek aile kızlarıyız, eteklerimiz uzun, pantolonlarımız bol, kazaklarımız boğazlı, eşcinsel sapıklar değiliz, ee orospu da değiliz bize kimse zarar vermez. Erkekler bizi sever, adam gibi adamlarımız bizim gibi hanım hanımcıklara saygı duyar, paşalarımız aslan parçalarımız yalnızca kötülere saldırır.  Ama ne oldu Özgecan yıktı mı bütün ezberlerinizi? Su testisi su yolunda kırılmadı mı yoksa? Vicdanınız suya düşmüş sıçan gibi ciyak ciyak ötüyor susturamıyorsunuz değil mi? Umarım hayat boyu kulaklarınızdan gitmez o ses.

   Bir kaç yıl önce cinsel saldırılarla ilgili bir araştırma yapıyorduk. Çok severek destek verdiğim bir proje başlatmıştık ama yeterince destek bulamayınca ve zamansızlıktan aksadı gitti. Yaymak için aşağıdaki maddeleri hazırlamıştık. Cinsel saldırılarla ilgili bilinen yanlış mitler ve doğruları. Umarım Özgecan'ın yaşattığı acı bittikten sonra da duyarlılığınızı, yüzleşmelerinizi kaybetmez aşağıdaki gerçekleri aklınızda tutarsınız.



YANLIŞ:  Cinsel saldırı cinsel açlık çeken erkekler tarafından işlenen bir suçtur. 
DOĞRU:  Cinsel saldırı sıradan, normal davranışlarda ki erkekler tarafından daha fazla işlenmektedir.


YANLIŞ:  Cinsel saldırı genelliklle bir sokak veya park yeri gibi karanlık, izole yerlerde oluşur.
 DOĞRU: Çoğu cinsel saldırı evlerde ya da araç içlerinde meydana gelmiştir.

YANLIŞ:  Kadınlar "HAYIR" dediklerinde aslında “EVET"i ima etmektedir. 
DOĞRU: Hayır, hayır demektir. Bir kadın hayır diyorsa ve siz baskı, zorlama veya herhangi bir cinsel ilişkiye onu zorluyorsanız bu tam anlamıyla cinsel saldırıdır. Tüm kadınlar hayır veya evet deme hakkına ve kararlarına saygı hakkına sahiptir.

YANLIŞ:  Bir adam bir kadını yemeğe götürüyor ve onun için harcama yapıyorsa kadın karşılığında o erkeğe seks borçludur.
 DOĞRU: Seks bir ödeme şekli değildir.

YANLIŞ:  Sadece kadınlar cinsel tacize uğrar. 
DOĞRU: Erkekler de cinsel tacize uğramaktadır. Raporlu cinsel saldırıların % 10'u erkek şikayetleridir ve faili yine erkektir.


YANLIŞ:  Dar ya da mini giysiler giyen kadınlar “seks yapmaya hazırım” demektedir. 
DOĞRU: İnsanlar ne isterse giyme hakkına sahiptir. Bu cinsel saldırı ve cinsel taciz için davetiye değildir.


YANLIŞ:  Cinsel saldırı kurbanlarının çoğu, en azından bir kısmı saldırıdan sorumludur. 
DOĞRU: Kurbanı suçlamak suça davetiyedir. Failin suçu yüzde 100'dür.


YANLIŞ:  Seks ticareti yapan kadınlara uygulanan davranışlar cinsel saldırı sayılmaz 
DOĞRU: Tüm diğer kadınlar gibi fahişe, dansçı, pornografide çalışan kadınların cinsel eyleme zorlanması cinsel saldırıdır.


YANLIŞ:  Bir kadın eşiyle birkaç ay önce olmuşsa, artık eşinin ondan seks isteme hakkı doğar.
DOĞRU: Seks zamanını belirlemek çiftlerden herhangi birinin kararı değildir. Ne zaman olacağına çiftler karşılıklı karar verir. Uzun seks aralıkları kadının cinsel ilişkiye  zorlanması hakkını doğurmaz.


YANLIŞ:  Cinsel saldırıya uğrayan erkekler eşcinseldir.
 DOĞRU: Hem hetero hem de eşcinsel erkekler cinsel saldırıya uğrayabilir. Cinsel taciz failleri kurbanının cinsel seçimiyle ilgilenmez. Aynı zamanda failin de gay olması beklenemez. Tecavüz olaylarında hem erkek hem de kadına tecavüz eden erkek oranı % 95 tir.

YANLIŞ:  Bir kadın seks için olur verdikten sonra fikir değiştirme hakkı yoktur.
DOĞRU: Herkes, her zaman seks yapıp yapmamakla ilgili fikrini değiştirebilir.


YANLIŞ:  Bir erkeği tahrik edici davranışlarınla uyardıysan o seks mutlaka olmalıdır. 
DOĞRU: Bu kesinlikle doğru değildir. Erkeklerin uyarıldıktan sonra seks yapamadığı bir çok durum vardır. Partnerinizden gelen "inmezse kasık kanseri olurum" gibi bahaneler psikolojik şiddettir.


YANLIŞ:  Bazı kadınlar şiddet içeren seks yapmayı severler.
DOĞRU: Şiddet içeren fantezileri olsa bile bu zorla seks yapmayı sevdiği anlamı taşımaz.


YANLIŞ:  Erkekler tarafından cinsel saldırıya uğrayan kadınlar bütün erkeklerden nefret edip lezbiyen olur. 
DOĞRU: Cinsel saldırıya uğrayan bütün kadınlar lezbiyen oluyor ise dünya’da çok daha fazla lezbiyen olmalıydı, belki de tamamı.


YANLIŞ:  Uyuşturucu ve alkol cinsel saldırıya zemin hazırlar. 
DOĞRU: Uyuşturucu ve alkole cinsel saldırı olaylarında rastlanır ancak asla cinsel saldırı nedeni olmazlar. Onlar vardır ama bahane edilemezler.


YANLIŞ:  Sadece genç ve çekici kadınlara cinsel saldırı yapılır.
DOĞRU: Herhangi bir ırk, yaş, sınıf, din, kültür, fiziksel yetenek ve yaşam potansiyeli ayırmadan tüm kadınlar cinsel saldırı mağduru olmuştur.

YANLIŞ:  Saldırıya uğradım ama rapor almadım bu nedenle cinsel saldırı sayılmayabilir. 
DOĞRU: Kadında çürük, morluk yada yaralanma olmaması cinsel saldırı olmadığını göstermez. Cinsel saldırıya uğrayanların sadece% 10'u rapor almayı seçiyor. Rapor olmasa da mahkemeye gidin. 


Kaynak: http://www.avaloncentre.ca/

benzer bir yazı için http://uzuncorap.com/2015/02/19/tecavuz-hakkinda-vazgecmemiz-gereken-efsaneler/ 

Pazar, Ocak 04, 2015

Evleneyim mi medreseye mi gideyim?

     


   Sonbahar ayında Pursaklar’da oturan uzak akrabamızı ziyaret ettik. Pursaklar’ı bilen bilir İstanbul’un Fatih’i gibi dindar kesimin yoğun olduğu bir yer. Havası buram buram siyasal İslam kokar; çarşaflı, cübbeli, fesli, gugilikli ne ararsan bulunur.  Biz Mamaklılar ancak Pursaklar’a gidince  kendimizi Çankayalı hisseder, ilk defa bir semtin hiçbir şeyini beğenmeme hakkına kavuşuruz.  Neyse bir şeye hayırlı olsun mu diyecekmişiz, başka bir şeye Allah analı babalı büyütsün mü ne gittik işte. Evin kapısını çaldığımızda evin erkeği kapıyı hafifçe aralayıp mahremiyet durumumuzu tespit ettikten sonra gözlerini yere devirerek erkekleri içeri buyur etti, az sonra da evin hanımı gelip fısıltıyla biz kadınları davet etti.  Erkekler salona geçerken bizler dar bir koridordan geçip bir duvarında ranza, bir duvarında kanepe olan çocuk odamsı oturma odasına girdik. Ankara’nın kenar mahallelerinde yaşayan insanlar için haremlik selamlık oturma biçimi yabancı gelen bir durum değil. Şehrin her ilden yoğun göç alan karmaşık yapısı bizi her türlü insana, geleneğe, ritüele hazırlar. Karşılıklı olarak tüm farklılıklar birbirinden nefret ediyor olsa bile, alıştık.

    Biz oturur oturmaz içeri tepeden tırnağa ipekli, düğme bölümü boydan boya simli desenle süslü siyah ferace giymiş genç bir kadın girdi. Annemin elini öpüp bana doğru gülümseyerek hamle yapıp sımsıkı sarıldı ve“Siminya abla iyi ki geldin” dedi. Geri geri çekilip kimdi bu lan diye yeniden baktım. 3 yıl önce sokakta yerleri eşeleyen küçücük kız çocuğu karşımda tanımakta zorluk çektiğim bir kadın olarak duruyordu. Kilo almış, boy atmış ve yaş almıştı. Kafam karıştı.  Bu kadar kısa sürede bir çocuk nasıl bu denli kadınlaşmıştı?
 Annem, yengem ve evin hanımı oradan buradan konuşurken biz genç kızla -adına Rümeysa diyelim- onun odasına  geçip yatağının üstüne oturduk. Rümeysa beklemediğim kadar samimi ve sıcak davranıyor, omzuma, saçıma, dizlerime dokunarak sevgisini gösteriyordu. Ani yakınlığı “acaba o zaman hediye mi getirmiştim, güzel bir söz mü söylemiştim niye böyle oldu ki?” diye düşündürdü beni. Çay doldurmak için içeri giderken ardından baktım. Tiril tiril simsiyah feracesi uzun bedeninde muntazam ve  güzel görünüyordu ama bol robadan kesimi yaşından 15 yaş daha yaşlı görünmesine neden olmuştu. Esasında bu kadar tutucu bir ailede beklenilmeyecek bir giysi sayılmazdı, hatta o son görüşümde başında tülbentten derme çatma bağlanmış bir başörtüsü ile oynuyordu. Anladığım kadarıyla artan muhafazakar eğilim yüzünden ferace bu aralar dindar kesimde inanılmaz moda. Hatta yer yer ufaktan bir mahalle baskısına da getirdiğini sezdim. Giyim eşyası satan bir mağazada çalıştığım için insanların hangi giyeceklere ne amaçla ihtiyaç duyduğunu gözlemleme, hikayelerini bizzat ilk ağızdan dinleme şansım var.  Kızına modaya uygun kapüşonlu sportif ferace arayan anneler, hayatında ilk defa ferace alacak olan tedirginler, etrafındaki herkes giyince kendini onların arasında fazla renkli ve parçalı hissedip mecburen yönelenler hepsine denk geldim. Başı açık bir öğretmenin bile veliler hep feraceli diye ferace aradığını gördüm. Biz satmıyoruz ama patronum bu pazardan payını almayı, akarken doldurmayı düşünmüyor da değil.  Flash tv'de gördüğü, ve iyi para olduğunu çakozladığı kıble gösteren seccade, dua okuyan bardak, senin yerine tavaf eden hacı  gibi dini ürünlerin hepsinden getirtecek. Gay donlarını kaldırıp yerine onları dizeceğiz. Ticaret, zamanın ruhunu yakalamayı gerektiriyor.

   Rümeysa çay getirdi bize. Erkeklerin servisini babası, kadınların servisini Rümeysa yapıyordu. Kız salonun önünden mutfağa geçmeden önce -kapının zor kapanmasından anladığım kadarıyla- babası salon kapısını iyice kapatıyor içerideki erkeklerin genç kızın kapının önünden hızla süzülen silüetini görmesini engelliyordu. Çayımızı içerken Rümeysa biraz ilerlemiş muhabbetimize güvenerek bana kendince hayati bir soru sordu

-Abla, sence evleneyim mi medreseye mi gideyim?


   Bu ani soruya çayımı püskürterek cevap vermek isterdim ama hiçbir şey diyemeden öylece baktım. Şaşkınlığım bunu neden bana sorduğundan ziyade bu soruya verebilecek bir cevabımın olmayışındandı. Yaşı taş çatlasa 17 olabilecek bir çocuğa “evlen de yerini yurdunu bil anam zaman kötü” diyecek cibilliyette biri değilim. Bu şekilde yetiştirilen bir kızın nasıl bir hayatın cenderesine girip, sessizlik, bastırılmışlık ve yarım kalmışlıklar içinde kayıplara karışacağını anlamam için bir saniye düşünmem kafi. Bütün o evreler sanki ben yaşamışım gibi gözümün önünden geçti. Çocuk, erkek var, melekler lanet eder, salon kapısı, namahrem, sus, kadınlar tarlalarınız, çocuk, oranı ört, dışarı çıkma, saç telin!, boynun, edep, üçüncü çocuk, kadın dediğin, oturuş kalkış, günah, fıtrat, fıtrat, fıtrat... Malum şahısın dayatma ile sembolleşen sesi tüm erkeklerin ve erkekleşmiş kadınların ağzına doluşup Rümeysa’ya bağırdı.
  Hayır elbette ki evlen diyemezdim. "Evlenmen şart mı" dedim? "Ben istemiyorum ama annem "yetişkin kızı hemen evermezsen laf çıkar" diye düşündüğünden bu aralar uygun birini arıyor” dedi.  Durup dururken sinirlenip, içeriden sesi koridorları aşıp erkeklere ulaşmasın diye fısıldayarak konuşan annesine aynı fısıltıyla sövdüm. Kadınları evlenmekten başka ne tür bir seçenekleri varsa ona yönlendirmeye her zaman hazırım ama Rümeysa’nın önüne konan diğer şahane seçenek medrese eğitimi. Bunu da hayatım boyunca her gördüğümde camii yaptırma parası toplayan, para vermeyene ermeni dölleri diyen babası uygun görmüştü.  Medresede neye dönüştürüleceğini az çok kestiriyordum. Keyfe göre belirlenmiş bin çeşit günah dayatmasıyla kendine ve temas ettiği herkese yaşam alanı bırakmayan biri olana dek biçimlendirilecekti ama gene de yeni Türkiye’mizde değişik anlayışlı medrese türleri açılmış olabilir diye umutla “Medrese nedir? yani ne gibi bir eğitim alacaksın orada” diye sordum “4 yıl boyunca dini ilimler öğreneceğim” dedi “sonra yemek yapmayı, dikiş nakışı, çocuk bakımını da öğreteceklermiş”…  Hah tam ideal kadınlık kariyeri.  Edep:10 - Hamaratlık:10 - Yumurta: A sınıfı - Rahim: Kullanıma hazır. Diplomalı tasdikli. Cappoo 
      Rümeysa bunları çok istekli söylemiyordu hatta bu iki heyecan verici seçenek karşısında mutsuz bile sayılırdı. Ne kadınlığın geleneksel yöntemlerle kanırta kanırta öğretildiği evliliğe ne de daha teknik yoldan sinsice öğretildiği medreseye  gönlüm razı olmuyordu. Üstelik bir yabancının gelip kızlarına onun için ne uygundur ne değildir fiştekleyip gitmesi de ailesi tarafından hoş görülmeyebilirdi,  olay çıkardı.  Öylesine  “Ben karışamam sen karar ver” deyiverdim. Sanki onun karar verme hakkı olsa bu ikisinden birine karar verecekmiş gibi. Eğer gerçekten o bunlardan birini isteseydi bana sormazdı ki.  Rümeysa kırılmış gibi baktı “karış abla nolur karış, napacağımı bilmiyorum” dedi. Geldiğime pişman etti beni.  Lafa gelince car car akıl veren ben olay pratiğe dönünce resmen ödlek bir fare olup tısır tısır deliğimi aradım. El mahkum birini seçmesine yardım edecektik.  Off diye kükreyerek sen hangisini istiyorsun? Dedim.  Kız “sadece iş sahibi olup anneme babama yük olmak istemiyorum” dedi. Aslında her insanın istediği de budur ya bir yerde. Bir başka insana minnet etmemek. Kendi kararlarını vermenin neye benzediğini görebilmek. Bir işe yaramak, bir damla bile olsa saygınlık edinmek. 
    Rümeysa şu kısacık sohbetimden anladığım kadarıyla inanılmaz fedakar, dürüst, kafalı ve ufku açık bir kızdı. Her şeyin farkındaydı. 5 kardeşi vardı ve annesinin onlara koşturmaktan kendini unuttuğunu biliyor evlenmeyi kaybetmek olarak zaten görüyordu. Ama arkadaşları evlenmişti ve düğünleri, gelinlikleri, kendilerine ait tencereleri, perdeleri ve porselenleri olmuştu. Bunları anlatırken içinin gittiği de belli oluyordu. Hemen tam o noktaya karanlık bir tablo koyup soğutmaya çalıştım. Bu beyaz gıcır gıcır ambalajlar gözünü boyamasın, gerçeklere perdelerinin kirlenmesi kadar hızla uyanacaksın ama geç olacak falan dedim. Felsefe parçaladım. Halkı evlilikten soğutmaktan 10 yıl içerde yatırın beni. Bu durumda geriye iki kötünün arasından belki de daha az kötü olan şık medrese kaldı. En azından evindeki dayatmacı atmosferden uzakta, ailenin münasip aday arayışlarını en azından 4 yıllığına askıya aldıracak, kendisi  için karar vermeyi öğreneceği yaşa gelinceye kadar zaman kazandıracak bir kaçıştı medrese. Belki büyüyünce isyan çıkarır, bu gidişe bir dur derdi! Git dedim. Evlenmektense kaç git. Belki şehre bir film gelir, bir güzel orman olur iklim değişir Akdeniz olur git dedim. Gitti. Doğu’da bir tarikatın himayesindeki medreseye gitti. Telefonla konuştuk. Lan demesi, kız demesi, hayır demesi, yüksek sesle konuşması, koşması ve kahkaha atması yasakmış. İnternet, televizyon ve hafta sonları hariç telefon yasakmış. Adnan hoca kızları gibi bütün sözlerine meaşallahla başlayıp inşeallahla bitirmesi gerekiyormuş.  Bunlara rağmen mutluydu, bana teşekkür etti. 

Bilmiyorum ki…



      Yeni yılın ilk bebeği fotografını görünce paylaşmak istedim bunu. Hükümetin topluma en büyük zararlarından biri bir zamanlar ifade, düşünce, yaşam tarzı konusunda daha geniş bakabilen çoğumuzu islam'a karşı radikalleştirdi. Görüntüde çarşaflar içinde oturur vaziyette durmaya çalışan kadın hakkında kaç gündür neredeyse laf söylemeyen kalmadı. Bundan 12 yıl önce kara çarşaf, türban, başörtüsü için "isteyen istediğini giyer" diyebilecek potansiyeli taşıyan bir çok kişi artık olayın asıl öznesi olan kıllı göbekli bir herifin "kadının kariyeri anneliktir" sözünü bırakmış, çarşaflı kadını çeşitli mizahi, eleştirel ve genelleyici kalıplara oturtmakla uğraşıyordu. Politik doğruculuk beklentim yok. Elbette bu fotografta çocuğunu, toplumsal mühendisliğe kendi küçük ideolojinden de bir çentik atma peşindeki bakana takdim edip aferinleri toplayan baba kadar yatakta karalar içinde büzülen kadın da konuşulmayı hak ediyor. En az baba kadar bebeğin sahibi bir anne var orada ama orada olması orada olanlar için sanki değer taşımıyor gibi. Bunu konuşmak, kadının daha görünür olmasını, daha ön planda ve değerli bulunmasını istemek gayet doğal. Ama görünmüyor/bunu istemiyor, onlarca adamın gazetecinin içinde kaybolmayı tercih ediyor diye aptalmış, düşünemiyormuş, duyguları yokmuş gibi aşağılanmasını asla tasvip etmiyorum. Bu, oradaki göbekli adamların karakteri. Aklındaki üç beş fikir bozuntusunu tabanına aktarabilmek için basını ardına takıp ideal aile avlayan politikacıların işi.

   Latife Tekin'in bir gazeteye verdiği röportajda söylediği dışlayıcı, önyargılı sözleri hatırlattılar bana. Demişti ki: 

 "Örtünen kadın benim için, erkekle uzlaşmış, onun baskılarına boyun eğmiş kadın anlamına geliyor. Böyle özgürleşme olmaz. Böyle, sadece erkeğin koluna girersin, onunla uzlaşırsın. Türban takan kadınlar, bir biçimde belki daha korunmalı durumdalar. Hani, "Ben sizin kurallarınıza uyuyorum, örtülüyüm, sahibim var, namusluyum" falan filan. "Bana saldırmayın, ötekilere saldırın" gibi bir şey de yansıyor, ister istemez. Erkeklerin sokağında, erkekleri rahat ettirecek bir şekilde giyindikleri için, böyle giyinmeyen kadınları yalnızlaştırıyorlar, ötekileştiriyorlar"

    Bu eleştiri benim için de sebepleri atlayıp sonuca yüklenmek anlamına geliyor. 
Fırtınayı bırakıp kökünden sökülen ağaca kızmak gibi, yangını bırakıp külü suçlamak gibi. Yüzlerce yılda padişahıyla, şeyhülislamıyla, atasıyla, dedesiyle (bknz: akp li bakanların belirli periyotlarla verdikleri annelik sinyalleri) oluşturulan toplumsal kodların, ayarların, harcamaların faturası bir kalemde ataerkiyle mücadele etmediği örtüsünden pat diye okunan kadına yükleniyor.  Ataerkinin dayattığı tek şey örtüymüş gibi. Örtü çıkınca zafer kazanacakmışız gibi örtünen kadını  erkeğe boyun eğmişlerin, erkekle anlaşma imzalamışların arasına öteliyor. Başörtülü kadın savaşçılar, direnişçiler, yazarlar, aktivistler, sanatçılar güme gidiyor. Hepsi ne mücadele içinde olursa olsun başına bez doladı diye "bana saldırmayın şu açık hemcinsime saldırın" demekle itham ediliyor. Düşüncelerinin, mücadelelerinin, fikirlerinin ne olduğuna bakılmaksızın gördükleri yerde bezleriyle  boğuluyorlar. Bütün bunları kendi kullandığından biraz daha fazla, biraz daha yukarıda biten bez parçasından anlıyor ha. Biri ötekileştirmek mi demişti?

    Erkek egemen sistemde tek ve en büyük sorunumuz örtü değil. Örtüsüzken veya inanmazsınız ama örtüler içinde de başka başka mücadeleler yaşanıyor. Bunun iş dünyası var, siyaseti var, sokağı var, kahvesi var, barı var. Bütün bunlarda bir zafer elde edilmiş gibi tek kaybedilen tesettür cephesinin komutanları yüce divana ifadeye çağrılıyor.  Örtü bir kadının kafasına toplum tarafından atıldığında o kadın genellikle 9 yaş civarında oluyor. Ve sen bir çocuğu anlaşma yapmakla suçluyor, dini bir emir olduğu el kadarken zerk edilmeye başlayan bir süreçle gittikçe içselleştirilmiş bir durumdan birden bire kahrolsun patriyarşii! Erkekleri öldüreceyiz! mücadelesi çıkmasını bekliyorsun.  Kaldı ki biz bilmesek de kendi dinamikleri içinde var o mücadele.Ben şahidim Rümeysa mücadele ediyor.  Yol başka, daha zor ve daha dar ama ediyor işte.

 Eğer sistemle mücadele etmenin tek yolu o sistemin dışında olmak olsaydı, feministlerin evlenmemesi (yada evlilerin ağzına feminizm lafı almaması) sosyalistlerin işe gitmemesi (memur olan sosyalist var) eğitim sistemini beğenmeyen öğrencilerin okula hiç başlamaması gerekirdi.  Sistemin içindeyken sistemle gayet mücadele edilir, hatta belki de ideal olan da budur.  Müslüman kadın örtünmeyi dini bir emir olarak görebilir, moda olarak alabilir veya alışkanlık duyabilir. Bir insanı alışkanlığından, modasından veya dini kabullerinden dolayı suçlamak geri kafalılıktır. Pantolonu veya mini eteği moda olarak, alışkanlık olarak, hatta say ki YüceMinilerDini'nin emri olarak gören başka bir kadını suçlamak kadar geri kafalılık. Başörtülü kadınları erkekle anlaşma yapmışlar olarak niteleyebilmek için,  kadınlara ataerkinin dayattığı bütün rollere karşı durmuş, bambaşka bir kadın profilini kendi yaşamında yaratmış olmak gerekiyor. Evlenmemiş, evlendiyse gelinlik giymemiş, kocasına yemek pişirmemiş, sofra hazırlamamış, ağda yapmamış, etek giymemiş,  çocuğunu cinsiyetsiz yetiştirmiş, gece sokaklarda özgürce dolanmış, kahvede pişpirik oynayıp, askere gitmiş. Bazıları kulağa saçma geliyor değil mi? Evet çünkü birden bütün bu şeyleri değiştirmek için hiç bir sebep yok, sistem böyle oluşmuş ne yapabiliriz, hem zaten kıllarını da kendi isteğinle traşlıyorsun değil mi? Ama ne dersen ne kadar saçma görürsen gör bu saydıklarım ataerkil sistemin dağıttığı rollerden sadece bir kaçı. En az saçı örtmekle eş değer dayatmalar bunlar. Ve en az başını örten kadının başörtüsünü kanıksadığı kadar kanıksadıklarımız.  Senin payına zamanında ölene dek güzel, kılsız, genç ve zayıf görünmek düşmüş neden bunu artık bozmuyorsun? Neden gelinlik giyiyorsun? Neden kızına pembe giydirip oyuncak bebek alıyorsun? Neden reklamlarda deterjan reklamları, donmuş köfte reklamları "hanımlar" diye başlıyor ve sen bunu fark etmiyorsun? Neden anneler gününde küçük ev eşyaları indirime giriyor ve sen de gidip alıyorsun? Erkeklerle anlaşma mı yaptın yoksa? 
  


(via pandora )

Çarşamba, Aralık 24, 2014

Al bu da bitti




   

    Çok ihtiyacımız varmış gibi yaşadığımız bir yılı daha kan ter içinde bitirdik. Duvar dibine kondurulmuş üstü sinekli bok yığını gibi bir yıl oldu, güzel oldu bence böyle. Umarım önümüzdeki yıl daha kötü kanırtır. Sonraki yıl derken sonraki yıl da. Zevk alıyorum çünkü. Mazoşistim belki.

    Yılları, ayları, günleri +özel günleri ve mevsimleri nasıl geçtiklerine pek aldırmadan olağan haliyle ve hızlıca savuşturmayı tercih etsem de yeni yıl gecesinin benim için bir kaç farklı anlamı var. Çocukluğumun dondurucu gecelerinde, kıt kanaat soframıza - babamın almanya seyahatinde yanında getirdiği bir alışkanlık olarak- yılda bir düşen yiyeceklerin müjdecisiydi en başta. Bütün sene ekmek almayı bile başımıza bir lütufmuş gibi kakan babam, yeni yıla üç kala lüks sayılabilecek yiyecekleri usul usul eve taşımaya başlardı. Pazardan alınmış 2 canlı hindiyi kömürlüğe tıkmakla başlayıp, ahşap kasada sıra sıra dizili arası pudralı şehzade lokumlarını yatağının altına ittirivermekle devam ederdi. Yatağının altı fındık, fıstık, keçiboynuzu, kaymaklı bisküvi, pastırma, sucuk ve bir kaç şişe içki ile bezeli ufak bir bakkaliyeye dönüşür, misler gibi kokular te dış kapının oradan burnumuzu yoklardı. Benim için yeni yılın sözlük anlamı cennetten düşen yiyecek damlası demekti. Büyük ihtimalle bu pahalı yiyecekleri humarda üttüğü adamların paralarıyla alıyordu. Annem öyle derdi. Ama annemin ahlaki prensipleri söz konusu olan yeni yıl sofrasıysa çoğumuz için zerre değer taşımıyordu. Bütün yıl boyunca sen haklısın, elbette aslansın, katiyyen kaplansın dediğimiz annem bir tek yeni yıl gecesi babamın tarafını tutmamızda sakınca görmemeliydi. En azından bu gece yavrucuklarını bağışlasındı.

  Büyük gün yaklaştıkça yeni yıl kutladığımızı bilen yakın akraba, uzak akraba ve sadece yılbaşı soframıza tav sözüm ona akrabalarımız birer birer bize doğru yola çıkar, evimizde iğne deliği kadar boş alan komayana dek gelmeye devam ederlerdi. Bir çeşit ritüel olmuştu artık. Bize gelene kadar yeni yıl lanetleyen, haram ve mekruh raconları kesen, keçiören civarında sembolik noel baba tokatlayan ne kadar adam varsa yeni yıl gecesi bizim evde dansözün çıkmasını dört gözle beklerlerdi. Sorana da "yeni yıl kutlaması değil, pala çaarmış biz de gittik. ne yani yeni yılda misafirliğe de mi gitmiyek??" deyivereceklerdi canım. 

   Kutladığımız, evet resmen ve cebren, hem de ondan geriye bile sayarak kutladığımız yılbaşı geceleri için her yıl yeni bir kılıf bulmakta hiç zorluk çekilmiyordu. Bir sene ablamın nişanını bahane edip geldiler, öteki sene babamın bir kamyon malı mersin limanında çaldırdığını duyup geçmiş olsuna koştular, bi sonraki yıl kedimiz sercan doğurdu onu, sonraki yıl da yeni saatli maarif takvimimizi kutlamaya geldiler. Hiç kimse bir kere bile dürüstçe EVET NE VAR YILBAŞI KUTLUYORUZ! SES KES!! demedi. Ben bunu zaman zaman ikiyüzlülük olarak görsem de, mahalle baskısının insanları yalan söylemeye ittiğini ve böyle baskıya her biçim yalanın elzem olduğunu düşünüyorum. Maalesef çoğumuz davranışlarımızı bu baskının etkisinde düzenliyor, o ne der bu ne söyler belasına içimizden geldiği gibi davranmaya cesaret bulamıyoruz. Belki göstere göstere inadına bir tavır bu tarz dayatma durumlarında şart ama o zaman da hayatımız ikiyüzlülüğün sağladığı korunaklı konforu kaybedip çekilmez bir hal alıyor. Mahalle, kendine benzemeyeni değişmeye zorlar, değişmeyene de her türlü şiddeti göstermeyi hak olarak görür- ki o haklar çoğunluklar tarafından çoktan meşru görülmüştür zaten- Kırmızı şapka takmış bir oyuncak dedeyi camii önünde sünnet edip bıçaklamak bu şiddetin ve meşruluğun göstergesi. Etraftaki çoğunluk  "ne yapıyorsunuz siz yavrum evladım? hani hoşgörü? hani semavi dinler? dört kutsal kitap falan filan?" diye bir soru bile sormaz, olayı sorgulasa dahi sonunda her zaman bizim toplumumuzun genel çıkarımı olan "o da böyle olmasaymış"a varır. Bıçaklıyor çünkü öncelikle kendisi gibi değil. Bu mühim. Bize benzemiyorsa vardır bi yamuğu hemen oracıkta ümüğünü sıkacaksın. Üstüne, çirkince tasvir edilen öteki dinlerin, kötü niyetli olması gereken din adamlarının aksine fazlasıyla sevimli ve cömert. İslam'ın üstümüze boca ettiği edep, haya, terbiye, resmiyet ve sessizliğin tersine neşe, eğlence, renk ve cümbüş vaad edip "tehlikeli" biçimde özendiriyor, vatandaşa eğlence adı altında misyonerlik yapılıyor bıçaklamayıp da ne yapalım???

     Yeni yıl gecelerinin hepsini eğlenceyle, yeme içmeyle geçirmedik elbette. Dışarıdan bakınca; bacası tüten (hmm sıcacık) perdeleri sıkı sıkı örtülü, içi mutlu ailelerle dolu gibi duran ışıklı kutucuklardan herhangi biri olan küçük evimiz; içinde sıklıkla şiddetli diyaloglar ve kavgalar barındırırken yeni yıl geceleri alamancı-muhafazakar geriliminin etkisiyle şiddetin ana üssüne dönüşürdü. Annem yeni yıla ait bütün detayların şeytandan geldiğini düşünüp doğal olarak tepkisini dininin lisanıyla ortaya  koyuyordu. O gün evde bir şenlik varmış izlenimi doğurmasın diye ahım şahım bir yemek pişirmiyor hatta bulguru daha çok köklüyordu.  Hindi pişirme işini babam seve seve üstlenmişti neyse ki. Akşama eve dolacak onca misafir için her hangi bir hazırlık yapmıyor, evde olanın da gitmesi için girip çıkıp laf sokuyordu. Normal günlerde kıldığının üç katı namaz kılıp, 15 bin daha fazla allahuekber çekip üfürerek biz şeytanları dualı nefesiyle püskürtüyordu. Ona bir tek abim destek oldu. Sabah namazından geri sayım yapılana kadar o kadar dini mesaj veriyordu ki neredeyse islam dayanamayıp yeniden gelecekti. Annemin ve abimin öfkesi ve laf sokmaları babamı gerdikçe geriyor ve gecenin sonuna doğru illaki birimizden zehir zıkkım olan eğlencesinin acısını çıkarıyordu. Yeni yıl bizim için türlü tenevir yiyeceği tıkınmak olduğu kadar sıkıntılı huzursuz bir geceydi de. Birinin heyecanı diğerinin gerilimine karışıyor zıkkımlarımızı yiyip, ceplerimize kuruyemiş tıkıştırıp dansözümüzü göz ucuyla kestikten sonra ayak altından sinsice sıvışıyorduk. Artık yanında kalan şanslı her kimse piyango ona vuruyordu. Bir keresinde dayımı bıçakladı. Birinde de eve sevgilisini getirdi. Annem onun yüzünden sabaha kadar euzubillahimineşşeytaaann gözü körolasıca şeytan çekti. Uzun hikayeler.

   Şimdi yeni yılda yine birlikte olacağız. Bu kez kimseyi çağırmaya niyetimiz yok. Babam artık alkol değil bardak bardak ilaç içtiği için 9 dan sonra gözünü açamıyor. Onu uyutup hakkında atıp tutacağız. Arada bir sesimize kulak kesilip bıyığıma gurban olun şerefsizin gızları diye mırıldanıp geri dalacak. Güleceğiz. Annemin sıcak dizine uzanıp bir poşet mandalina yemek diğer planım ve bundan daha güzel bir yılbaşı gecesi düşünemiyorum. Yeni yıldan dileğim birbirimizi artık yormayalım. Kim nasıl yaşamak istiyorsa onu yaşasın. Rol yapmasın. Seveceği bir şey yapmadan önce yalan söylemek zorunda kalmasın. Biraz sessiz olalım. Biraz da kendimiz. İyi seneler


Cuma, Kasım 28, 2014

ah şu bizdeki umut olmasa

       


     90 yaşındaki yatalak teyze "hep böyle kalacak değilim ya iyileşeceğim elbet" dediğinde önüme bakıp baş parmağımın tırnağını, yüzük parmağımın tırnağının arasına sokup içini temizleyerek umudu düşünüyorum. Şu bizim beyaz laneti. İleri ki bir zamanda iyi olacağımızı, zengin olacağımızı, baharın geleceğini, kilo vereceğimizi, aşık olacağımızı, o elbiseyi alacağımızı ve o ülkeye varacağımızı fısıldayıp duran  gamsız şeytanı. Ölüme beş kala hala yaşama tutunuyordu yaşlı kadın. Umut ona kendisinden çok daha yaşlı insanların hayatta olduğunu fısıldamış, ziyaretçilerine anlatması için 98 yaşında tüm dünyayı gezen bir adam olduğu yalanını peydahlattırmıştı. Öyle ki yalanı inandırıcı olsun diye detaylar bile verdirmişti. Adam Türkiye'den geçerken parkta oturan bizim teyzeye rastlamış birlikte çekirdek bile çitlemişti. Beyaz şapkası vardı ve hafif maviye çalan keten bir gömleği. Sürekli sory demişti, giderken de gudbay madam. Hatta demişti ki adam "sen de benimle gelir misin" demişti de teyze "ben Türkiye'yi seviyorum gelemem" diyerek bu daveti şimdilik reddetmişti. Belki bir kaç yıl sonra yeniden düşünecekti. Adam da Türkiye'den Kore'ye doğru yola düşerken gider ayak yaş çıtasını bir tık yükseltmiş 100 yaşında evlenen Çinli bir adamdan söz etmişti ve çocukları bile olduğundan. Çinli adamın annesi de hayattaydı ve o da 130 yaşındaydı. Yine de o bile dünyanın en yaşlı insanı sayılmazdı. Çünkü daha kim bilir nerelerde ne yaşlılar yaşıyordu. Yani etrafta gezinen bir çok yaşlı, çok yaşlı, bayaa yaşlı insan daha vardı. Ne ölmesi ayol? Sensin yaşlı!!! Kendinden daha yaşlılardan bahsederken çırpı gibi kalmış beyaz bacaklarını açıp hala ne kadar güçlü ve diri göründüğünü hem kendine hem odada olan bizlere kanıtlamaya çalışıyordu. Doktorlar en fazla üç ay yaşar dediklerinden bu yana 4 yıl geçmişti. Hatta ona bakan bakıcı bile yaşlanmıştı da o bi güzelleşmiş bi toparlanmıştı, görmüyor muyduk?

    40 kiloluk teyzenin kendinden daha ağır çeken yalanlar atmasına az kızdım ama umuda ihtiyacı olan herkes gibi abartılı hayaller kurmak zorunda olduğu için onu derinden anladım. Hem zaten yaşlı insanların, bol detaylı, uyduruk kahramanlı, uçmalı, kaçmalı yalanları büyülü bir masal gibi gelir. Ve onların iç dünyalarını, ölümden korkup korkmadıklarını, neleri kaybettikleri için hayıflandıklarını ancak söyledikleri yalanlarla çözersin. Babamın; gezmediği ülkelere gitmek için Mamak'tan Moskova'ya tren yolu döşemesi de bir umut yalanıydı. Çürük dişleri, kavruk anadolu benizi, lastikli donu ve köstekli saatiyle artık kadınların ilgisini çekmediğini bildiğinden peydahladığı uzaklarda bıraktığı sevgili hikayeleri de. Bir gün o sarışın, işveli, bıyığının ucundan tutkuyla öpen kadınlar sırayla tekrar ona gelecekti. Annem, babamın aşırı alkol alıp aksıra tıksıra duvar diplerinde öleceğini ve yeni gısgıcır bir herife varacağını ve herifin onu asla dövmeyeceğini umut etti senelerce.  Babam alkolü, aksırmayı, duvar diplerinde yürümeyi hatta yürümeyi bıraktı da daha ölecek. Annem hala umudu bırakmadı. Umut da onu.

       Hiç bir şey olamayacağımı anladığım gün bana da benzer bir oyun oynamıştı umut. Şrank diye bir sesle farketmiştim hiçliği. Yüzüme tokat gibi çarpan gerçekliğimle elimdeki kitapları nefretle fırlatıp bir makarna fabrikasına kaydoldum. Ait olduğum yere. O mendebur umut; şuradan şuraya gitmek için bile arkasından kişifleyen var mı diye bakan beni, bir gün Peru'ya, efendime söyleyim Yeni Zellanda'ya farzı misal Finlandiya'ya mutlak gideceğime inandırmıştı. Ya bir yıl para biriktirdin mi hoop Güney Amerika'dasın ne var ki bunda demeden uykuya yatırmadı beni. Okumadığım okullarda okuyabileceğimi, en az üç dil konuşacağımı, tatmadığım yemekleri bizzat yerinde yiyeceğimi ve giyemediğim o şıkırtılı ayakkabıları bir gün mutlaka giyeceğimi (hatta 40 numara ayağıma 36 numara giyecekmişim) annemin elini sıcak sudan soğuk suya değdirmeyeceğimi, arkamdan şu isimde biri vardı, şöyle harikaydı böyle amanda amandı denileceğini falan filan ne yalanlar ne yalanlar.
   Hala da "lan belki" hesabına inandığım oluyor bunlara. İnanmayı bırakınca dudağım uçukluyor korkudan. Öylesi esir alıyor umut.  Kanına, damarına, ciğerine siniyor. Planladıklarının, hayal ettiklerinin umudun küçük dalavereleri olduğunu fark etsen de böyle gitmesini istiyorsun. Sana zırnığı bile koklatılmayacak şeyleri umut etmek; akışkan çikolatalı, ıpıslak ve yumuşak bir keki ısırmak gibi bir şey. Gidemeyeceğin yerlere eninde sonunda varacağını hayal etmek sobanın üstünde kavrulan kestane gibi, patikada ilerlerken burnuna çalan kekik, su kenarlarında bitmiş yabani nane kokusu gibi. Yalan ama olsun, kalsın, dursun dizimizin dibinde.

      Çıkmayan candan umut kesilmez denen şey bu ya işte. Güzel günler göreceğiz lafına kanmasak kaç dakika daha şu kötü günlerde kalmak isterdik? Sevmediklerimizin geldiği gibi defolup gideceği günleri umut etmesek günler geçmek bilmezdi. Mecburen elimizi kana bulamak zorunda kalırdık. Kalbimiz bir daha sevebileceği umudu taşımasa ayrılığı nah kaldırırdı. "senden sonra başka birini sevebileceğimi sanmıyorum" lafı dil oyunu, umut bu oyunlara papuç bırakmaz.  Daha iyi bir iş bulacağımızı veya terfi alacağımızı ummasak o içine sıçtığımız işe bir dakkalığına bile gitmezdik. Bir gün kendi evimiz  olacağı umudu olmasa ev sahiplerini öldürür, ardından baharın geldiğini bilmesek kışa katlanamazdık. İneceğimiz umudu taşımasak koltuklarındaki yağları dillediğimiz minibüslere binmezdik heral. Hiç inilmeyen minibüs var mı ki?

    Teyze, biz ayağa kalkınca nisan ayına en olmadı yaza bize helva karıştıracağını söylüyor. Hatta şu parktaki gezgin de gelecekmiş o zamana. Çekirdek çitlediği yerden yeniden başlıyor anlatmaya. Odada dinleyen kimse yok. Genç akrabası başıyla "işte bu da böyle bir manyak" işareti yapıyor. İç organları götünden lime lime dökülmüş, kalanlar ise en fazla kışı geçirtir diye kırkıncı kere muştuluyor. Belli ki o da teyzenin öleceği anı umutla bekliyor.


Çarşamba, Kasım 05, 2014

Mülteciler ve ablam

 

   Ablam kırıcı, agresif ve patavatsız olmasıyla beraber şaşılacak derecede de duygusaldır. Bütün parasını dilencilere verip eve yürüyerek döndüğü olmuştur. Elindeki dürümü olduğu gibi yolda gördüğü fakire verip de yanındakinin kendini kalpsiz hissetmesine sebep olan o duyarlı şebeklerden.  İlk küfrümü ondan öğrendim. Ruju nasıl süreceğimi, babam üstüme yürüyünce kollarını bileklerinden tutmam gerektiğini ve yere çöp atmamayı. Ablamla hayatımız boyunca sürtüştük, saçlarımız birbirimizin elinde kaldı ama çaktırmadan da ondan bir şeyler öğrendim. Saç daha gür nasıl yolunuru bile. Bu günlerde de bana öğrettiği şey yardımseverlik. 

    Suriyeli mülteciler ülkemize sığındığından beri herkes kendi penceresinin aralığından baktı bu insanlara. Maalesef çoğunluğumuz, ülkelerinde kalsalardı kah ali kıran, kah baş kesenler tarafından öldürüleceği kesin olan bu garipleri dışlamayı tercih etti. Onlara göre engellisiyle, yaşlısıyla, hastasıyla, kundaktaki bebeğiyle kalıp ne biliyim IŞİD'le falan savaşmaları lazımdı. Kelle kesen caniler ordusuna direnmeyen 5 yaşındaki çocuktan nefret ediyorduk. Ezberlenmiş ilkokul argümanlarımızı yine savurduk. Biz ki kurtuluş savaşında hiç bir yere kaçmamış ülkemizi ne biçim de savunmuştuk, kalıp ölmek kaçmaktan daha errrkekçeydi, hatunlarımız sırtında cepheye mermi taşımıştı heyt heyt heyt! Ortadoğu uzmanlarıyla, stratejik dehalarla dolu  Facebook'larda, sözlüklerde "SURİYELİLER DEFOLSUN" isimli onlarca sayfada yüzlerce ırkçı yorum okudum. Erkeklerimize göre korkak, kadınlarımıza göre iyrenç kokuyorlardı. Kocalarını ellerinden alacaklardı, üstelik Suriyeli erkekler yiyyycak gibi bakıyorlardı. Kadınları valse davet eden centilmen Türk erkeğine alışmış nazenin kadınımız haklı olarak Suriye'nin kenafir gözlü adamlarından çekiniyordu. Kamplarından kim çıkarıyordu bunları ayol?

 Tıkıldıkları mülteci kümeslerine dayanamayıp şehirlere dağılıp; ev, iş ve ekmek arayan insanların çaresizliğini anlamadığımız gibi suistimal de ettik.  Haftalığı 20 liraya it gibi çalıştırıp parasını dahi vermeyip dilenmeye mahkum ettik ama dilendikleri için daha çok nefret ettik. Dilenmeyip kendi işini kuranların dükkanlarını taşladık. Orospularımız bile vizitesi 20 lira olan Suriyeli fahişelere "piyasayı aşağıya çekiyorlar" diye saldırdı. El kadar kız çocuklarını Türk erkeklerine eş, Türk kadınlarına kuma olarak vermek zorunda kaldılar. Bu çaresizliği basınımız Suriyeli kadınların yuva yıkıcı aşüfteliği olarak üç noktalı imalarla yazdı.  Ev vermedik, iş vermedik, aş vermedik düştükleri çaresizlikten suça yöneldiler ve lafı yapıştırdık "GÖRDÜN MÜ BAK BİZ HAKLI ÇIKTIK"

  
      İnsanlar hep haklı olduklarını iddia ederken kendilerinden tiksinmeliler. Bir insan her zaman haklı olamaz, bazen yanılır, bencilce düşünür, o kadarını hesap edememiştir, empati yapmak aklına gelmemiştir. Suriyeliler konusunda bu kadar öfkeyle köpüren "gel de Gaziantep'de söyle bunları :D" yazan insanların hesap etmediği şey bir gün savaş çıkar ve mülteciliğe sürüklenirsek bizi hangi ülke kabul eder? Bizi, yani şu Dünya'nın en belalı halklarından olan, başka düşüncelere, ırklara, farklılıklara tahammülsüz, noel baba bıçaklayan, barış gelini öldüren sapık manyakları. "Savaş çıkarsa gitmek biz çümkü türk gibin güçlü" diyenlerin savaşın daha ilk günlerinde Yunanistan'a yüzeceğini görür gibiyim. Kurtuluş savaşı zamanları ve o insanlar yok artık. Can tatlı, kuşlar uçuyor.


    Ablam bu mültecilere ölüüüm! hengamesinde çok şükür ki empati yapabilenlerden yana oldu. Tuzluçayır-Kızılay otobüsünde karşılaştığı 4 çocuklu Suriyeli kadına yapılan muamele onun kendini Suriyelilere adamasına yol açtı. Üst dudağı kopuk, soğuğa rağmen ayağında parmak arası terlik bulunan mülteci kadın otobüse binince insanlarda hafiften bir uğuldama olmuş. Buraya kadar geldiler uğuldaması o. Gelemeyecek ne varsa. Sanki bana jupiter de uzay gemisi lazım gelmek için. Çocuklardan 3 yaşlarında olan otobüse biner binmez yere kapaklanmış ama kimse düşen şeyin ne olduğunu görmek için bile dönüp bakmamış. Ablam arka taraflardan gelip çocuğu yerden alırken bir kadının "çocuk bana değme dedim! çocuk sana diyorum!!" sesini duymuş. Çocukları montlu kendisi paltolu bir kadın Suriyeli çocukları ayağıyla iteliyormuş. O anda ablamın şarteller atmış işte. Ne oldu bilmiyorum kendimi paltolu kadının boğazını sıkarken buldum diye anlattı. Suriyeli aileyi ve ablamı yaka paça otobüsten indirmişler. Ablam aileyi bizim eve getirip karınlarını doyurmuş. Mahalleden üst baş toplayıp yatacak yer ayarladıktan sonra ağlaya uğuna, burnunu çeke çeke beni aradı ve bir derneğe üye olup mültecilere yardım edeceğini söyledi. Hayatımda ilk defa ablamın sonuna kadar arkasında oldum. Genelde arkasından ABV gerizekalı kemçük falan derdim.  Meğer işin en kolay kısmı bu kararı verebilmekmiş. Bir kere ülkede mültecilere yardım eden dernek yok gibi bir şey. Yardım dernekleri Afrika'ya su kuyusu, kızılderililere toki, Myanmar'a kurban eti, Gazze'ye 4444 tefriciye yolluyor ama mültecilere değinmiyor bile. Sanırım onlar da mültecilerden pek hoşlanmıyor. Bir kaç dernek yardım edecek gibi olur gibi olmuş ama dikkatli bakınca el kaide, hizbullah, ışid gibi bağlantıları var. Buralara üye olanın domuz bağıyla ölü bulunması olası (canım konca kuriş)

      Ablam bir yandan yorgan, battaniye, kıyafet, erzak ve odun toplarken bir taraftan da bunları ulaştırabileceği ihtiyaç sahiplerini aramaya koyuldu. İlk iş olarak belediyeye gidip yardım için yardıma ihtiyacı olduğunu belirtmiş. Belediyenin tek söylediği "kömür verdik biz hep" Facebook hesabından yardım çağrısı yapmış ama yorumların yüzde 90'ı TAYYİP BAKSIN ve BİZİM KENDİ YOKSULUMUZ DURURKEN" Kendi yoksulumuz var diyenler de sanırsın kendi yoksuluna yardım eden tipler. Bir tanesinin yaşlı babası bakımsızlıktan evinde ölü bulundu. Ablam yollarda tanımadığı insanlara mültecilere yardım etmek istediğini ama onlara ulaşamadığını söylerken bir minibüs şoförü ablamı alıp Ankara'nın dışında elektriğin daha gitmediği mahallelere götürüp bırakmış. Kimseleri bulamayınca tanımadığı bir adamın arabasıyla geri dönmüş. Yardım edeceğim derken sikmeseler bari diye anlattı. Acı acı güldük buna. Çaresiz kalınca Facebook'da bulduğu rastgele bir derneğe üye oldu. Dernek bir hafta sonra ablamı ve diğer gönüllüleri bu ailelerin yaşadığı barakalara harabelere götürmüş. Delikleri poşetlerle tıkanmış kömürlükleri on kişilik ailelere 500 liraya kiraya vermişler. Dükkan depoları, merdiven altları, krişler, köşeler her yer bu garip insanlara ödeyemeyecekleri veya ödemek için çok acılar çekecekleri belli fiyatlarla kiralanmış. 8 çocuğu olan hafsa, ablama sarılıp hüngür hüngür ağlayarak kızkardeşlerinin ışid tarafından kaçırıldığını, sigara içen erkek kardeşinin kellesinin kesildiğini anlatmış. Kızları götürüp günlerce tecavüz ediyor daha sonra da tarumar edilmiş bedenlerini evlerinin önünde arabadan fırlatıyorlarmış. Kadınların meme uçlarını dişleriyle koparmışlar. Hafsa bu ülkeden ve insanlarından çok korktuğunu, orada kalıp ölmenin şimdi daha iyi bile geldiğini söylemiş. Bizi böyle bilmiyorlarmış. Büyük hayalkırıklığı yaşatmışız bu insanlara. Çok yaşlı bir adam orada tüccar olduğunu, çok güzel bahçeli bir evde oturduğunu anlatmış. Buraya gelince iş kurmak istemiş. Cebindeki son parasıyla süs eşyaları alıp işportada satmaya çalışmasının ikinci günü zabıta tezgahını devirip bütün mallarını kırmış. "Ömrüm boyunca pek ağlamamıştım, savaşta ağlamamıştım, sınırdan buraya gelene kadar ağlamamıştım o gün kahrımdan çocuklar gibi ağladım. ben dilenemem ben iş bilmez değilim, buraya gitmek için geldim vakti gelince vatanıma döneceğim" demiş. Ablam her hikayede biraz daha yıkılıyor. Psikolojisi hastaneye yatırılacak kadar bitik. Bu insanların içinde, aralarında gezip hikayelerine ve hep bir köşede yaşattıkları geri dönme umutlarına şahit oluyor. Çaresizlik türkçe bilmeyen bu insanlara dertlerini anlatabilme lisanı öğretmiş.


    Ben yoğun çalıştığım için ablama ancak ayni yardım yapabiliyorum. Bazen dükkana gelen Suriyeliler'e patrona çaktırmadan bir şeyler verdiğim oluyor. Bu konuda günahım neyse başımla beraber. Patronum hanfendi giyilmiş kıyafetlerini temizleyip dükkanda satacak kadar pinti biri ve o da diğerleri gibi mültecilerin bu ülkenin başına bela olduğuna inanıyor. Ha o konuda haksız değiliz. Bu hakaretlere, aşağılamalara, tacize, tecavüze, alınıp satılmaya maruz kalan insanların ve özellikle şimdi ufak olan o çocukların bir gün bizden fena intikam alma ihtimalleri var. Eğer ben ölümden kaçıp bir ülkeye sığınır ve orada ölüme rahmet okutacak davranışlara maruz kalırsam onların  ülkesini bir baştan bir başa yakmazsam siminya değilim. Bunu şimdiden yazayım da yarın iç savaş çıktığında bir dakka bile düşünmeden basıp gideceğim Bulgaristan'da ayağını denk alsın herkes.

edit: muhteşem grup madrugada'nın solisti sivert hoyem mülteciler için yapmış bu şarkıyı. aşığım sesine



Zamanı geldiğinde, tek başıma gidiyorum
Beni bekleyen kimse olmadı
Sadece güneş, kendi zayıf gölgem
Ve ağaçlar arasında esen rüzgar

*****

Evim, kayıp ufukların çok ötesinde.
Bir daha asla göremeyeceğim evim
Yolun esiri olacağım için.
Ve beni özgür bırakacak bir anahtarım yok.

*****

En alçakgönüllü halimle dizlerimin üstüne çöktüm
Bana yardım etmen içi yalvarıyorum sana, lütfen
Yolların esiri olduğum için.
Ve anahtarım yok, beni özgür bırakacak bir anahtarım yok.

Perşembe, Ekim 30, 2014

Gel hele az soluklan


       Doğum günümü usulca savuşturmak için yanıma bir poşet üzüm alarak yolun kenarında kalan yamaca oturdum. Hafif bir rüzgar esiyor, hava yağacak gibi ama değil gibi de, soğuk gibi de sıcak gibi de, şekil şükül senden benden kararsız.  Saçlarım artık kısacık olduğu için yüzüme savrulmuyorlar. Kim bilir yukarda ne haltlar karıştırıyorlar. Üzümler bu sene kendini ceviz sanmış, kocaman kocamanlar. Ağzıma atıp damağımda patlatınca kendimden geçiyorum. Laf aramızda bu mevsime dair sevdiğim birkaç şeyden biri bu allahsız.  Hem doğumgünü üzümümü yiyor hem de aşağıdan geçen araçlara bakıyorum. Açık konuşmak gerekir ki arabalarımız hep çirkin. Şu yoldan bir tek güzel araba geçse dişimi kıracağım. Arkamda ormanlar olmasını isterdim ama üstünüze afiyet ancak yarrak ormanları diyebileceğim bir apartmanlar kümesinden başka bir manzara yok.. Önüm arkam çirkinlik. Telefonumda lale belkıs çalıyor. Esasen ne anlattığına çok da kulak kabartmıyorum yalnızca sesindeki o eski zaman tınıları ve kayıttaki cızırtılar çekiyor beni. Ruhuma ılık ılık bir rüzgar üfürüyor, notalardaki basitlik tenimin üstünde bal gibi süt gibi yumuşacık izler bırakıyor. 

    Ekim'in son demlerinde kavruk kavruk savrulan kırmızı yapraklar arasında doğmuşum. Sıradan, basit, sinekler gibi üreyen ve telef olan insanoğlunun larvalarından biri daha şeref vermiş yeryüzünüze. Hayatımı gözümün önünden geçirmek, bir geçmiş muhasebesi yapmak isterdim lakin kafam karışık. Aklımda sabah yaptığım kötü bir telefon görüşmesi, öğlen altını yaktığım börek, kavga ettiğim yönetici, akşam üstü benden para isteyen mülteci çocuk var... Sonra dün akşam cüzdanımda gördüğüm ama sabah minibüste bulamadığım 50 liram, acaba nereye koydum? Ve piyasadan kalkmış ilacım. İnsan bir ilacı piyasadan neden kaldırır? Şimdi sen onu kaldırınca biz iyileşmiş mi olduk? Hastalık da mı kalktı piyasadan? Zaten balkondaki çiçeğim de solmuş. Ütülenecek bir dünya kıyafet eski kırığım gibi bir haftadır aklımda. Yatıyorum kalkıyorum onları düşünüyorum. Rüyalarımda buharlı gömleklerle dövüşüyor, pantolon kırışıklıklarında kayboluyorum. İnsan neden ütü yapar? Bilhassa şu mühim, ütü ney? Canımı yarın buluşacağım arkadaşımın bitmek bilmeyen ilişki dertleri değil ona vereceğim "sana erkek mi yok, amaaan canını sıktığına değmez, bırak gitsin pezevenk" gibi teselli cümleleri sıkıyor. Bu klişelerden gerçekten bıktım. İlişkilerinizi de alın siktirin gidin etrafımdan. Umarım kendi kendinizi sikerek öldürürsünüz. Eve gelirken her gün aşmak zorunda olduğum yokuş iki kişinin kıçı kırık birlikteliği ve yahut ayrılığından daha büyük dert bana. Sonra şu ütü.  Bir yerde stop demek istiyorum, kendi enseme arkadan yeter diyerek asılmak. Durup sessizce ve yine üzüm yiyerek ne desem misal gerçek aşkı düşünmek istiyorum. İnsanlar birbirini nasıl seviyordu eskiden? Nasıl gerçekten bakışıyor ve öpüşüyordu? Para, çıkar, alacak, verecek, o mekan, bu hediye, şu yemek hesabı yapmayan o güzel kalpler ne tür araçlara binip binip gittiler? At olamaz her halde. Herhangi bir şeyden nefret etmeden durabildiğimiz günler sanırım çok çoook eskilerde kaldı. Dünya’ya meteor çarpmasını dilemediğimiz, birbirimizi boğazlamayı arzuladığımız, ortadoğu’ya hidrojen bombası atılmasını, kıyametin kopmasını, sulara zehir karışıp insanların kıvrana kıvrana ölmesini istemediğimiz günler Lale Belkıs'ların, Humeyralar'ın, Ayten Alpmanlar'ın sesinin zamanlarında durdu ve bu yana gelmedi. 

      Nefreti seviyordum yalan olmasın. Çünkü zaman zaman eşekliğimden çoğunlukla da cehaletimden düştüğüm tongalardan sonra yüreğimi soğuturdu. Birisi bana bir şey yapar ben de ondan nefret ederek intikam alırdım. Sözüm ona başına öreceğim çoraplar için yakıtım olurdu bu zımbırtı. Bileylenir de bileylenirdim. Matah bir şey sanıyordum, bana özel, paha biçilmez. Hala da bir yerlerde böyle düşünen taraflarımın varlığını hissediyorum ama artık yoruldum. Nefretten, bu artık hiçbir marjinalliği olmayan sokakta, toplu taşımada, bakkalın çakkalın ses tonunda, müşterinin ve patronun kenafir gözlerinde rastladığım hastalıklı duygudan bunaldım.  Herkese bol keseden dağıtılmış, elini sallasan nefretin türlü tenevir haline çarpıyor. Çirkiniz dostlar. İğrenciz ibneler. Hepimiz fırsatçı asalaklar sürüsü, sulak alanlar için birbirini tepeleyen toynaklı sürüler göçüyüz. Birbirimizin zayıflıklarının, hatalı kelimelerinin ve o kelimelerin birleşiminden çıkacak duble sorunlu cümlelerin peşindeyiz. Gözümüzün üstünde kaşımız var. Armutun sapı üzümün çöpüyüz. Üzüm de üzüm ha. Berikini düzeltmek bizim büyük sıkıntımız. Düzeltmeli, düzlemeli, dümdüzleştirmeliyiz. O kadar yanlış ki kendimiz hariç tüm ötekiler, o denli aptallar, haksızlar ve davarlar ki yapacak çok işimiz var. İşimiz başımızdan aşkın ve fazla zamanımız yok. 
Bazen konuşmalarımıza, sosyal şeysilere, eşelere ve köşelere bakayım diyorum- ki bunu düşünmek bile bir zamandır bende reflekse sebep oluyor- istisnasız nefretle karşılaşıyorum. Herkes ben de dahil hepimiz ölümcül bir zehir yemiş gibi kusuyoruz. Kan kusuyor, kanlı sıçıyoruz. Cümleten tırrık olmuşuz afedersin. Bu öfke bu amansız, afsız, özürsüz, anlayışsız öğütme beni ürkütüyor.  Hepimizin silüetleri beliriyor okuduğum cümlelerde. Karanlık, gözleri derinlerde sis tabakalarının ardında kaybolmuş, burun delikleri büyümüş, dudakları mor, tırnakları yenmiş bir çeşit ucubelere dönüşmüşüz. Nefret böyle değildi, benim tanıdığım nefret beni diri tutardı, intikamın alınacağı gün için yaşama sevinci aşılar, zehir gibi çalıştırırdı kafamı. Ama şimdi nefret için nefret ettiğimizi sanıyorum. Nefretin paşa gönlü için. Peydahlayıp bakmakla yükümlü olduğumuz biricik nefretimizin karnı tok sırtı pek olsun için. Desem ki bir noktada zehir yoğun, yayalım bunu dağılsın. Değil. Her tepeden, her oluktan, her ideoloji her fraksiyondan sapır sapır nefret yağıyor. Herkesin birbirine öğreteceği şeyler var, herkes daha önce gittiği yere ötekini sürükleyerek götürmek istiyor,  herkes mütemadiyen ve sonuna kadar kesinlikle haklı ve ötekiler elbette ölsün. lafı bile olmaz.

  Tamam biliyorum sevebilmek kolay değil. Zaten ben de sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz demiyorum. Eşşeğin başı da sanırsam benim. Hayat bizim için epeydir lale ablaların jön adamlara gerdan kırdığı zamanlar gibi naif değil. Duyduğumuz sesler eski plakların cızırtısını aştı. Kafamızı camdan çıkarsak yoksulluğun, savaşın, işsizliğin ve mutsuzluğun sesi yüzümüzü cırmalıyor. Bir yerlerde işçiler ya yukardan düşüyor, ya aşağıya gömülüyor. Çocuklar ya kapatılıyor ya evlendiriliyor ya tecavüze uğruyor. Kadınlar için belalar a dan z ye sıralı. Sınırlar savaş altında. Eceliyle, yaşlanarak ölmek bu ülke insanı için artık bir hayal. Büyük çoğunluğumuz depremle, birazımız savaşla, birazımız üst geçit altında, kimimiz alt geçit üstünde, hatırı sayılır miktarımız bir zamanlar sevdiklerimizin silahlarıyla ölecek. Belli ki bu katmerli hayat sabrımızı tüketti, sevecek yerlerimiz aşındı. Bütün bunları anlıyor ve artırıyorum. Ama işte bu demek değil ki soluklanmayacağız. İki çömüp serçelerden, yapraklardan, parlak taşlardan, ipliklerden, kedilerden ve yollardan bahsetmeyeceğiz. Çanakkale savaşında bile anzak ve türk askerleri savaşa ara verip maç yapar, birbirlerine bomba yerine ara sıra da hediye fırlatırlarmış. Savaş efsanesi değilse şayet.


   Özetle cancazım, öfkeli balkabağım, kan kusup kan kusuyom diyenim yoruldum.  Akıl verenler, emir yağdıranlar, o işi pek tabiî ki de benden daha iyi yapanlar, o konuda haklı olanlar, şu meselede de söyleyecekleri olanlar, anlayanlar, çözenler, bağıranlar, baylar, bayanlar. Haklılıklarınızdan, bildiklerinizden, bilmemelerinizden, yarışmalarınızdan, kapışmalarınızdan, ilişkilerinizden, sikişkilerinizden yoruldum. Tabii bundan size ne ama bence siz de yoruldunuz. Gelin hele iki soluklanın, biraz Lale Belkıs dinleyin ya da ne dinlerseniz ama az bi durun. Alın üzüm yiyin


Pazartesi, Ekim 20, 2014

Kendi kendine

   


      Geceleri yazma alışkanlığım pek yoktur ama bu gece evde yalnız başıma oturup mandalina yerken bloguma bir şeyler karalamamın iyi olacağını düşündüm. Öyle gündemle alakalı fikirlerimi de yazmak istemiyorum. Aslında şu intihar meselesinde kafamdan geçen bir dolu düşünce var ama kaç gündür o kadar çok şey yazıldı ve bunları intihar vakaları ilgimi çektiği için o kadar fazla okudum ki boğazıma kadar tıkandım. Konuyla alakalı rastladığım en ufak bir cümle bile gürültü gibi geliyor. Bu olumsuz algıyla, onu onaylayan bir yazı da döşesem Mehmet'in bu dünyadan tiksinme nedenlerinden biri olmaktan öteye geçemediğimi düşüneceğim.

    Ben belki defalarca tekrar ettiğim gibi çok konuşan biri değilim. Eskiden konuşkan olmayı isterdim ama kalabalık bir ortama girince elim ayağım birbirine dolaşır, dilim boğazıma dürülür yapamazdım. Mecburen kendi kendimle konuşmayı seçerdim. Sadece kendi kendine bir şeyler anlatmak olsa yine iyi. Kendime soru sorar, kendim cevabını verir ve kendimin verdiği o cevabı beğenmeyip kendim düzelttiğim olurdu. Şimdi ise artık ne kalabalıklarla ne de kendimle konuşmaya arzum kalmadı. Hayal de kurmuyorum. O hep bahsini ettiğim ve ufaktan böbürlendiğim hayalci yönümü farkında bile olmadığım zamanlarda kaybettim. İlk ne zaman kendimle muhabbeti kesip, düşler diyarına yolculuk etmeyi bıraktığımı tam kestiremiyorum. İş hayatının ve annemle babamın sağlık yönünden kötüye gitmelerinin tetiklemesi mümkün. Biz uzun zamandır mahallemiz tamamen yıkıldığı için bir apartmanda yaşıyorduk ama  maddi durumlar iyiden iyiye kötüye gidince yeniden 2 katlı bir evin ışık görmeyen alt katına taşındık. Evin arka duvarı yerin altında kalıyor, ön cephesi ise maalesef hiç güneş görmüyor. Kara kapkaranlık bir ev olmasının üstüne ev sobalı. Annemle babam bu güneş görmeyen, rutubetli ve sobalı evde hali hazırda zaten var olan küflü alt yapıları da eklenince kısa zamanda kötürüm kaldılar. Annem ameliyat oldu ama hala yürümekte zorlanıyor babam ise çoklu organ yetmezliği yüzünden neredeyse her ay acile kaldırılıyor. Ev bir baştan bir başa antibiyotik, rutubet, sigara ve sidik kokusu içinde. Babam ezelden beri pis bir hergele ve sağlığını kaybedince iyice zıvanadan çıktı. Zavallı annemin hijyen mücadelesi olmasa bokunu ortaya bırakacak afedersin. Ve annemin yürümekte zorlanması da sefil hayatlarının üstüne tüy dikiyor. Garibim, engelli haliyle bu ihtiyar huysuzu zorla yıkamak, giydirmek, yedirmek, yatırmak, işettirmek zorunda kalıyor. Hayat annem ve babam için sürünmekle eşdeğer artık. Buna rağmen yaşama tutunma çabaları umut verici.

   Onların bu sefaleti benim iş hayatındaki çekilmez döngüme karışıyor. Annemle babamın muhtaçlığının sonucu benim bu işte çalışmam. Onlara bakabilmek, her ay bir medikal ihtiyaçlarını temin etmek uğruna işi bırakamıyorum.  Nerden bulaştığımı bilmediğim izbe bir dükkanda nerden türediklerini anlayamadığım manyaklıkta insanlarla uğraşıyorum. Sabahın köründe ayak ve ter kokuları sanki geçen yüzyıldan kalmış bir grup insanla minibüse binip çalıştığım semte geliyorum. Fırından bir simit alıp dükkanı açıyorum. Esnafa selam vermeyi, çay koyup kapının önünü sulamayı da unutmuyorum. Esnaf raconu bu, uymayanın parasını bozmazlar. Birbiriyle alakasız çeşitlilikte eciş bücüş şeyleri, yine aynı eciş bücüşlükte tiplere satmaya çalışmak bir yandan enteresan ve keyifli gelirken bir yandan da bulunduğum hayatı sorgulamama sebep oluyor. Ben kimim? Neden burdayım? Neden bu haldeyim? Bunlar kim? Bu şeyler ne? Önünde ve makatında delik olan bir külotu bir eşcinsele beğendirmek için deliklere parmaklarımı sokup işlevini tarif ettiğim bile oldu. 80 yaşındaki bir teyzenin diz kapağına inmiş memelerini toparlayıp bikini içine doldurduğumda. Erkeğiyle kadınıyla soyunmalarına ve giyinmelerine yardım ettim. Ellerime tenlerinden kir bulaştı.Yer yer çıplak gördüğüm ve giysi satma flörtleşmesi uyguladığım oldu. Bir müşteriden tokat yedim ötekinden küfür. Beriki mememi sıktı, buyanki götümü. Sarhoş bir adam üstüme devrildi, bir başkası bıçak çekti gece 11 di ve dükkanda yalnızdım. Üç kere dükkan soyuldu. Telefonlarımız çalındı.  Dükkanda barkod ve kamera sistemi olmadığından giyen kaçtı giyen kaçtı. Vitrin mankeni giydirirken orgazm oldum bir keresinde. Manken epeyce yakışıklı bak yalan değil.

  Yani hayatım bir anda hiç beklemediğim bir düzleme girdi. Böyle dümdüz gidiyorum. Fazla konuşmadığım, hayal kurmadığım, dert paylaşmadığım, annemin ilaçlarını almanın dünyanın en değerli amacı olduğu bir hayat. Babamın bağırsaklarını boşaltmasını telefonla birbirimize bildirdiğimiz, çişinden kan gelmemesini alkışladığımız, osuruklarını yazdığımız absürd, kokuşuk bir evrende dolaşıyorum. Kötü diyemem. Kendince küçük çok küçük mutluluklar barındırıyor. Bir yandan da kenarda ölümün sessiz bekleyişini de görebiliyoruz. Büyük korkular içinde ister istemez küçük şeyler aranabiliyor. Evvelden diyordum ki Peru'ya gitsem, Yeni Zellanda ya varsam onu giysem bunu yesem şunu sevsem falan filan. Şimdi ah diyorum annem ve babam merkezi ısıtmalı bir evde uyusa, annemin güneş gören bir bahçesi olsa, ipler alsam renk renk de pencerenin önünde bağdaş kurup atkılar, kazaklar ve şu eski moda paspaslardan örse. Huzur bulsa. Huzur bulsam. Hayal kurmuyorum da kurarsam da işte bunlar geliyor artık aklıma. Kendimle alakalı hayalleri ve kendimle konuşmayı bırakmak beni biraz ürkütüyor ve üzüyor doğrusu. Kendimi iyice umursamaz oldum. İhtiyaçlarımı isteklerimi iteleyebildiğim kadar iteledim. Geçen saçlarımın kırıklarını görünce tuttum bu saçları tutam tutam kestim. Kısacık yaptım. Görenler asi olmuşsun diyorlar. O asilikten değil yav umursamamazlıktan. Umursasam kuaföre giderdim. Bir gün kendimi toparlayacağım, hiç kimsenin aklına gelmeyecek hayallerime döneceğim ve uzun zamandır sohbeti kestiğim kendimin halini hatrını yeniden soracağım. Saçlar da uzar zaten bilirsin kökü bende.

Gece gece öyle bi döküneyim dedim. Ne anlattım doğru mu yaptım bilmiyorum.  Keşke ara sıra gelip kısa kısa yazsam şuraya. İyi gelmiyor gelmesine de şey olur belki ilerde, okurum gülerim, aaa bak o zaman şu bu olmuş derim. Uyuyayım madem.

ayrıca: blogumu sakıncalı içerik diye şikayet etmişsiniz? neden ispiyonculuk canım? anlatsana biraz? allah büyük dert vermesin kardeşim, senin hayatın da zor tabii


Bi arkadaşa bakıp çıkıyorum

     Uzun zaman ara verince nasıl başlanır bilirsin "bloguma uzun zamandır yazmıyordum bir uğrayayım dedim, özlemişim..." f...