Cumartesi, Ocak 25, 2014

Gelinliğinizi de alın gidin!

   


    Hava günlük güneşlik. Hafif aralık pencereden baharı hatırlatan kokular süzülüyor. Annem odasından duvara tutunarak çıkarken hazırladığım kahvaltı sofrasına bakıp mutlu oluyor. Kahvaltıdan sonra camları da sileceğim, evi süpürür bahçeye geçerim deyince gözleri doluyor. Aslında bunlar küçük işler ama annem son bir yıldır küçük veya çok küçük hiç bir işi yapamaz halde. Annem yürüyemiyor. Ameliyat olmazsa bir yıla kalmaz tekerlekli sandalyeye mahkum olacak. Alabilirsek. Annem henüz 58 yaşında. Yaşıtları tatillerde, gezmelerde, sabah program seyirciliğinde hatta izdivaç programlarında fink atıp bir evi ve emekli maaşı olan eşler ararken o bir odadan öteki odaya zor geçiyor. Bunun sebebi ne? Annem neden altmışına gelmeden ihtiyar bir neneye dönüştü?

    Annem,  35 yaşında at arabası altında ezilerek ölmüş anneannemi, evin bahçe kapısında dedemin kucağında kanlar içinde gördüğünde 12 yaşındaymış. Simsiyah upuzun saçları yerleri süpürüyordu diye anlatır. Çektiği acıyı anlamamız için kendi saçımın beliklerinden birini kopardım diye tarif eder. Geride en büyüğü annem olmak üzere, biri erkek 10 çocuk bırakır anneannem. Cenazeden, baş sağolsunlar ve vah vahlar bitip ortalık ıssızlaştıktan epey sonra çocukların hepsi evin bir köşesinde ağlar durur.  Beşi anne özleminden ise beşi açlıktan. Beşi açlıktan ise beşi altını ıslatmaktan. Annem evin en büyüğü olmanın sorumluluğuyla, kalkar gözüne ilişen ilk çuvaldaki undan bir hamur yapar, sacın üstünde pişirir, kardeşlerini doyurur. Hayvan yemi olduğunu sonra anladık ama tadı güzeldi der. Dedem, kadının toprağı kurumadan evlenmek lazım düsturu gereği apar topar, üç çocuğum var yalanıyla bir kadınla evlenir. Kadın eve geldiğinde her biri bir yanda, boklar, çişler ve kusmuklar içinde çocukları görünce çıldırır. Üç küçük bebek dışında kalanları kovar. Büyük çocuklar köylülerin evine sığınır. Bir süreliğine.  

   Çok geçmemiş.  Annem kavak ağaçlarının altında yemlik otu topladığı bir gün, evinde kaldığı yaşlı kadın el etmiş. Koşa koşa gitmiş çocuk annem "Bıyıklı, neredeyse babam yaşında bir adam elimden tuttu, beni bir arabaya bindirdi. Çocuğum ya, gezmeye gidiyorum diye sevindim. Keşke kardeşlerim de gelseydi diye düşündüm" diye anlatırken öyle ağlar ki, tarifine imkan olamaz. Köyden çıkış o çıkıştır. Bir daha asla köyüne getirmez, kardeşlerini görmesine izin vermezler. Kardeşleri de bir bir kocalara verildiği için izlerini bulmak kolay değildir keza. Çok çook uzaklarda, adetleri, havası, suyu bambaşka bir köye getirirler annemi. Getiren bıyıklı adam benim babam. Annemden 18 yaş büyük babam. İlk karısının çocuğu olmadığı için ikinciyle evlenmesi lazım gelen adam. Çünkü hakkı. Çünkü tohumlarını, soyunu ve soyadını yaymak en asli görevi. Çünkü öyle işte.

    Annem henüz 12 yaşında. Regl bile olmamış. Gezmeye gittiğini sandığı köye kuma gittiğini anlaması bile aylar sürmüş. Koca koca adamlardan oluşan akrabalar, onların eşleri, çocukları, tepeden tırnağa süzen yüzlerce göz. Öyle korktum ki aklımı oynatacaktım diye anlatır. Sanki dünya ters dönmüştü. Sanki bir karabasan görüyordum da uyanmayı bekliyordum. Her şeyin adı başkaydı, kokusu başkaydı, göğün rengi bile başka gelmişti. Benim köyümde adı tencere olan kap bu köyde guşeneydi. Kevgire ilistir diyorlardı, halaya bibi, domatese kırmızı. Bir gün süt sağan kadınlardan biri annemden sitili getirmesini istemiş. Gösterdikleri yere girdim ve sitilin ne olduğunu düşündüm, sitil sitil sitil... Acaba bıçak mı? Yoksa süpürgeye mi deniyor sitil diye? Şansa kepçeyi aldım götürdüm. Ben sana çömçe mi dedim sitil dedim diye kafasında kırmış kepçeyi. Böylece kafasında kırılan şeyin adının çömçe olduğunu öğrenmiş annem. Bütün isimleri döverek öğretmişler ona. Bacaklarına, kafasına vura vura. Bir kaç kez kaçmayı denemiş. Köy yollarında yakalayıp sürükleyerek getirmiş, daha fazla dövmüşler. Hemen hepsi sırayla.


    Biri yazmış oraya "çocuk evliliklerinin hepsi kötü sonuçlanmıyor ki etrafımızda mutlu çiftler de var" diye. Mutlu çiftler... Nereden biliyorsun? "Kan kusup kızılcık şerbeti içtim diyeceksin" diye yetiştirilmiş kadınlar elalem ne der endişesiyle anlatmadığı için ve zaten kimse de sormadığı için öyle biliyor olmayasın? Gelinlikle girilen yerden kefenle çıkmakla tehdit edilen, boşanmak isteyince de yol ortasında öldürülen kadınların korkusunu mutluluktan mı sayıyorsun? Değişik bir mutluluk anlayışın var. Kocasıyla yatmadığı gece sabaha kadar meleklerin lanet edeceği söylenerek tecavüze katlanmak zorunda bırakılan kadına gidip bizzat sordun mu mutlu olup olmadığını? Hiç konuştun mu bak samimiyetle soruyorum? Deyzeee eppek mi bişiriyon gıızz tadında değil. Dertleşmek, deşmek, eşelemek için oturdun mu dizinin dibine? Neye dayanıyor o mutluluk çıkarımın? Sizin bu "onca yıllık mutlu evlilik" yalanınız da, küçük kız çocuklarının rahminin üstüne kurulmuş "türk aile yapısı" yalanınızın bir parçası. Öyle sikik, öyle dandik ki rahmimizi sallasak gürül gürül yıkılacak.  Ondan değil mi eğitim sistemini kurcalayıp durmanız. Hangi tarafını yırtsak da kız çocuklarının kendini okumaya verip doğurmayı unutmasının önüne geçsek. O derme çatma düzeninizin tuz buz olma korkusundan değil mi lisede ve üniversitede evliliği cazip hale getirecek kampanyalar yapmanız? Elinizden kaçmasınlar aman diyim, daha çok kampanya daha çok. Sonuçta okullar evlilikle çok alakalı yerler.

    Annemin 12 yaşındayken, 30 yaşındaki bir adamın ikinci "eşi" olması, seks, iş ve çocuk için suistimal edilmesi, köleleştirilmesi ne kadar da bildik, klişe bir hikaye değil mi? Şu eski kadınların çileli yaşam öyküleri işte. O zamanlar hepsi öyleymiş.  Öyleyse o zamanlar yaşanmış ve muhataplarının canını yakmış bir köhne kültürü sanki çok matahmış gibi neden hala getirip getirip önümüze koyuyorsun? Kendi çocuklarının medeni durumunda nostalji yaşatmak istiyorsan buyur nikah dairesi orada.  Bir çocuğun, tecavüz şöleninizin süslü kostümü “gelinlik” giyme mutluluğundan daha çok büyümeye ihtiyacı olduğunu önce bir öğren sonra bakan ol, yazar ol, ne bok oluyorsan ol götü rahattam. Lafta değil harbi harbi ebesinin nikahına, ruhunun seceresine kadar bilmediğin, dizinin dibine oturup çözmediğin, çözsen bile kulağını şişirecek kadar sıklıkla duyduğun için savsakladığın o hayatlar hakkında empati yapmadan fazla ötme sevgili metropol sümsüğüm.  O senin uydurma bir masal dinler gibi dinleyip,  komik tortularına gevrek gevrek güldüğün yaşamların hepsi gerçekten yaşandı.  Sahibinin etinden löp löp parçalar kopararak, bacaklarına, sırtına,  rahmine, vajinasına  kanata kanata, yırta yırta izler bırakarak yaşandı ama bitmedi. Bitmez.  Her şeyden evvel mutluluk tanımını yeniden bir kolaçan et. Mutluluk tespitinin görüntüden yapılamayacağını, iyi giyimin, gülen yüzlerin hatta kibar sözlerin o kapalı kapılar ardındaki, kanlı, şiddetli,  görev icabı evliliklerin dışarı çıkmadan takılmış maskeleri ve çalışılmış rolleri de olabileceğini öğrenmelisin. İnsanların dışarıyı içerden daha fazla değer verdiğini, elalemin ağzına laf vermemeyi hayatlarındaki her şeyden daha çok önemsediklerini bu ülkede yaşayıp da hala bilmemene şaşarım sayın kutsal aile şakşakçım.

Annem yürüyemiyor. Bacaklarında, sırtında, karnında 12 yaşından beri biriken, silkeleyip atamadığı ağırlıklar  var. Günden güne her aklına geldikçe uç uca eklenip ayaklarına pranga olan yaşadıkları. Öyle ağırlaştılar ki yürütmüyorlar. Ve annem, dışarıya, adam gibi adamın sessiz ve namuslu karısı görünmek için son çırpınışlarını verirken, bir yerlerde bazı adamlar ve kadınlar, annemin kaderinin benzerini yeniden ve yeniden küçük kızlara yaşatmak için yazılar yazıyor, yasalar çıkarıyor, övgüler diziyor.



Bi arkadaşa bakıp çıkıyorum

     Uzun zaman ara verince nasıl başlanır bilirsin "bloguma uzun zamandır yazmıyordum bir uğrayayım dedim, özlemişim..." f...