Hava günlük
güneşlik. Hafif aralık pencereden baharı hatırlatan kokular süzülüyor. Annem
odasından duvara tutunarak çıkarken hazırladığım kahvaltı sofrasına bakıp mutlu
oluyor. Kahvaltıdan sonra camları da sileceğim, evi süpürür bahçeye geçerim
deyince gözleri doluyor. Aslında bunlar küçük işler ama annem son bir yıldır
küçük veya çok küçük hiç bir işi yapamaz halde. Annem yürüyemiyor. Ameliyat
olmazsa bir yıla kalmaz tekerlekli sandalyeye mahkum olacak. Alabilirsek. Annem
henüz 58 yaşında. Yaşıtları tatillerde, gezmelerde, sabah program
seyirciliğinde hatta izdivaç programlarında fink atıp bir evi ve emekli maaşı
olan eşler ararken o bir odadan öteki odaya zor geçiyor. Bunun sebebi ne? Annem
neden altmışına gelmeden ihtiyar bir neneye dönüştü?
Annem, 35 yaşında at arabası altında ezilerek ölmüş
anneannemi, evin bahçe kapısında dedemin kucağında kanlar içinde
gördüğünde 12 yaşındaymış. Simsiyah
upuzun saçları yerleri süpürüyordu diye anlatır. Çektiği acıyı anlamamız için
kendi saçımın beliklerinden birini kopardım diye tarif eder. Geride en büyüğü
annem olmak üzere, biri erkek 10 çocuk bırakır anneannem. Cenazeden, baş
sağolsunlar ve vah vahlar bitip ortalık ıssızlaştıktan epey sonra çocukların
hepsi evin bir köşesinde ağlar durur.
Beşi anne özleminden ise beşi açlıktan. Beşi açlıktan ise beşi altını
ıslatmaktan. Annem evin en büyüğü olmanın sorumluluğuyla, kalkar gözüne ilişen
ilk çuvaldaki undan bir hamur yapar, sacın üstünde pişirir, kardeşlerini
doyurur. Hayvan yemi olduğunu sonra anladık ama tadı güzeldi der. Dedem,
kadının toprağı kurumadan evlenmek lazım düsturu gereği apar topar, üç çocuğum
var yalanıyla bir kadınla evlenir. Kadın eve geldiğinde her biri bir yanda,
boklar, çişler ve kusmuklar içinde çocukları görünce çıldırır. Üç küçük bebek
dışında kalanları kovar. Büyük çocuklar köylülerin evine sığınır. Bir
süreliğine.
Çok geçmemiş. Annem kavak ağaçlarının altında yemlik otu
topladığı bir gün, evinde kaldığı yaşlı kadın el etmiş. Koşa koşa gitmiş çocuk
annem "Bıyıklı, neredeyse babam yaşında bir adam elimden tuttu, beni bir
arabaya bindirdi. Çocuğum ya, gezmeye gidiyorum diye sevindim. Keşke
kardeşlerim de gelseydi diye düşündüm" diye anlatırken öyle ağlar ki,
tarifine imkan olamaz. Köyden çıkış o çıkıştır. Bir daha asla köyüne getirmez,
kardeşlerini görmesine izin vermezler. Kardeşleri de bir bir kocalara verildiği
için izlerini bulmak kolay değildir keza. Çok çook uzaklarda, adetleri,
havası, suyu bambaşka bir köye getirirler annemi. Getiren bıyıklı adam benim
babam. Annemden 18 yaş büyük babam. İlk karısının çocuğu olmadığı için
ikinciyle evlenmesi lazım gelen adam. Çünkü hakkı. Çünkü tohumlarını, soyunu ve
soyadını yaymak en asli görevi. Çünkü öyle işte.
Annem henüz 12
yaşında. Regl bile olmamış. Gezmeye gittiğini sandığı köye kuma gittiğini
anlaması bile aylar sürmüş. Koca koca adamlardan oluşan akrabalar, onların
eşleri, çocukları, tepeden tırnağa süzen yüzlerce göz. Öyle korktum ki aklımı
oynatacaktım diye anlatır. Sanki dünya ters dönmüştü. Sanki bir karabasan görüyordum
da uyanmayı bekliyordum. Her şeyin adı başkaydı, kokusu başkaydı, göğün rengi
bile başka gelmişti. Benim köyümde adı tencere olan kap bu köyde guşeneydi.
Kevgire ilistir diyorlardı, halaya bibi, domatese kırmızı. Bir gün süt sağan
kadınlardan biri annemden sitili getirmesini istemiş. Gösterdikleri yere girdim
ve sitilin ne olduğunu düşündüm, sitil sitil sitil... Acaba bıçak mı? Yoksa
süpürgeye mi deniyor sitil diye? Şansa kepçeyi aldım götürdüm. Ben sana çömçe
mi dedim sitil dedim diye kafasında kırmış kepçeyi. Böylece kafasında kırılan
şeyin adının çömçe olduğunu öğrenmiş annem. Bütün isimleri döverek öğretmişler
ona. Bacaklarına, kafasına vura vura. Bir kaç kez kaçmayı denemiş. Köy
yollarında yakalayıp sürükleyerek getirmiş, daha fazla dövmüşler. Hemen hepsi
sırayla.
Annemin 12 yaşındayken, 30 yaşındaki bir adamın ikinci
"eşi" olması, seks, iş ve çocuk için suistimal edilmesi,
köleleştirilmesi ne kadar da bildik, klişe bir hikaye değil mi? Şu eski
kadınların çileli yaşam öyküleri işte. O zamanlar hepsi öyleymiş. Öyleyse o zamanlar yaşanmış ve muhataplarının
canını yakmış bir köhne kültürü sanki çok matahmış gibi neden hala getirip getirip önümüze
koyuyorsun? Kendi çocuklarının medeni durumunda nostalji yaşatmak istiyorsan
buyur nikah dairesi orada. Bir çocuğun, tecavüz şöleninizin süslü kostümü “gelinlik” giyme mutluluğundan daha çok büyümeye ihtiyacı olduğunu önce bir öğren sonra bakan ol, yazar ol, ne bok
oluyorsan ol götü rahattam. Lafta değil harbi harbi ebesinin nikahına, ruhunun
seceresine kadar bilmediğin, dizinin
dibine oturup çözmediğin, çözsen bile kulağını şişirecek kadar sıklıkla
duyduğun için savsakladığın o hayatlar hakkında empati yapmadan fazla ötme
sevgili metropol sümsüğüm. O senin
uydurma bir masal dinler gibi dinleyip,
komik tortularına gevrek gevrek güldüğün yaşamların hepsi gerçekten
yaşandı. Sahibinin etinden löp löp
parçalar kopararak, bacaklarına, sırtına,
rahmine, vajinasına kanata
kanata, yırta yırta izler bırakarak yaşandı ama bitmedi. Bitmez. Her şeyden evvel mutluluk tanımını yeniden
bir kolaçan et. Mutluluk tespitinin görüntüden yapılamayacağını, iyi giyimin, gülen
yüzlerin hatta kibar sözlerin o kapalı kapılar ardındaki, kanlı, şiddetli, görev icabı evliliklerin dışarı çıkmadan
takılmış maskeleri ve çalışılmış rolleri de olabileceğini öğrenmelisin.
İnsanların dışarıyı içerden daha fazla değer verdiğini, elalemin ağzına laf
vermemeyi hayatlarındaki her şeyden daha çok önemsediklerini bu ülkede yaşayıp
da hala bilmemene şaşarım sayın kutsal aile şakşakçım.
Annem yürüyemiyor. Bacaklarında, sırtında, karnında 12 yaşından beri biriken, silkeleyip atamadığı ağırlıklar var. Günden güne her aklına geldikçe uç uca eklenip ayaklarına pranga olan yaşadıkları. Öyle ağırlaştılar ki yürütmüyorlar. Ve annem, dışarıya, adam gibi adamın sessiz ve namuslu karısı görünmek için son çırpınışlarını verirken, bir yerlerde bazı adamlar ve kadınlar, annemin kaderinin benzerini yeniden ve yeniden küçük kızlara yaşatmak için yazılar yazıyor, yasalar çıkarıyor, övgüler diziyor.