Köylü; gebesiyle, bebesiyle senelerce turşuya aşermiş de yiyecek bir dal turşu bulamamışlar, zaten bulsalar da cesaret bulamazlarmış. Te ki köy imamının cemaate allahın adını vererek patlıcan turşusu ikram etmesine kadar sürmüş bu dehşetli turşu hasreti.
Dedemin cenazesi, ne kadar ironik ki köy evinin giriş bölümü olan "hayat" da açılan bir çukurda günlerce, yıkanmadan bekletilmiş. Adamcağızı gerçekten turşu mu öldürdü? diye araştırmak için değil elbette. Nerde o devirde ölüm nedeni araştırmak. En son ne yaparken öldüysen neden odur işte. Namaz kılarken ölenlere hep türbe yapılmış, içki içerken ölenler oh belasını bulmuş, otururken ölenler oturmaktan, uyurken ölenler çok uyumaktan öldü sayılmış. Dedemi bekletme sebepleri köyde bir gıdım su olmadığındanmış. Zaten bu köyde ölü yıkamak ve içmek dışında su pek kullanılan bir sıvı değilmiş. Babam banyo yapmaya 15 yaşında başladığını ama bu yeni tanıştığı ıslak eylemden hiç hoşlanmadığını anlatır. Hatta işi geyiğe vurup, banyo lafı her açılışında "yemin olsun ebenin yuduğu ile duruyom" diye ekler. Haksız da sayılmaz. En az bir yıl önce yıkanmış birinin bile böyle kokmasına imkan yok. Ayak parmakları arasına tanımsız cisimler koloniler kurmaya devam ediyor.
Dedemi yıkamak için, ölüsünü bir atın sırtına bağlayıp su olan bazı uzaklıklara götürmüşler. Yıkadıktan sonra geri getirmeye üşenmiş, oradaki aklı evvelin birinden bir karış toprak satın alıp yıkadıkları çeşmenin yamacına gömmüşler. Bir kaç yıl önce mezarını ziyarete gittiğimizde hem duygulandık hem de güldük. Mezar başında gülüşen ilk insanlar olmuş olabiliriz. Duygu karmaşası yaşamakta haklıydık. Dedem bir adamın buğday tarlasının ortasında türbe gibi dikiliyordu. Ama kimse ona turşudede dememişti. Etrafta hiç çaput olmamasından bunu anladık. Tarla sahibi mezarın etrafını dolanarak sürmenin, ekmenin ve biçmenin çok zor olduğunu, bunu buradan alıp köyümüze götürmemiz gerektiğini söyledi. Ne yazık ki dedemin o kadar hayırlı evlatları ve torunları yok. İki fatiha okuyup, tarla sahibine yatan adamın mübarek bir zat olduğunu, tarlasının bet bereketini belki de ona borçlu olduğunu söyleyip cızladık.
Dedesizlik öğütsüzlüğünde kalmış bedbaht bir torun olmayı o kadar abartılı yaşadım ki babası ve annesi olmayan bir insanın neler hissedebileceğini anlayabiliyorum. Her torun öbüründe baston olan buruşmuş diğer ele yapışıp, ellerin sahibine sorular sormayı, karşılığında masallar dinlemeyi ister. Dedeler masaldır ve masallar torun ister. Belki yaşasaydı bana beş canavarı sırtlayıp yardan aşağı atan köse hasan'ın sırrını, bir zamanlar yan yana akarken ayrı düşen kızılırmak ile yeşilırmağın aşkını, dağlarda oturan şişman peri kızları rahatça osuramazsa dağların patladığı masalının gerçek olup olmadığını falan anlatırdı. Dedemi bana bunları anlatmasına izin vermeden alıp götürdükleri için turşulara kızdığım oluyor. Hele acur turşusunu hiç gözüm tutmaz.
Öteki dedem, yani annemin babası da ben 5 yaşındayken öldü. Artık çok mu etkisinde kalmışım yada 5 yaş hatırlamak için yeterli bir yaş mı bilmem, her anımı hatırlıyorum. Fakat biraz kötü olarak. Elbette onun da diğer tüm dedeler gibi bastonu vardı ama bastonunu etrafında ki canlıları kovalamak için kullanırdı. Horozundan, tavuğuna, torunundan, sineğine her şeyi. Kovalarken de aralıksız küfür ederdi şapşi. Yada söylediği tüm kelimeler o korkuyla küfür gibi gelirdi.
Dedem at arabasına doldurduğu bostan sebzelerinin arasına bizi sıkıştırır ıhlara vadisine, avanosa, peri bacalarına falan götürürdü. Yolda giderken sebzeleri tarla farelerine attığımız için köpürür koyverirdi ayarsız ağzını. O mistik ortamlar kocaman kocaman itoğluitler, gancığındölleri, gavatınuşakları küfürleri ile kalmış hatıralarımda. İyi ki turist rehberi olmamışım. Hatta peri bacalarını hiç hatırlamıyorum, tek hatırladığım uçsuz bucaksız pezevenk vadisi ve goduumun bacaları. Dedemin öfkesinin sebebini anlamam yıllar aldı. Çünkü uzun siyah saçlı dünyalar güzeli karısı 10 dan fazla çocuğu öylece bırakıp ölmüştü. At arabası altında kalmış. Demek ki dedemde at arabalarına kızgındı. Haklıydı. Ben dedem olsaydım daha çok söverdim.
Dedem at arabasına doldurduğu bostan sebzelerinin arasına bizi sıkıştırır ıhlara vadisine, avanosa, peri bacalarına falan götürürdü. Yolda giderken sebzeleri tarla farelerine attığımız için köpürür koyverirdi ayarsız ağzını. O mistik ortamlar kocaman kocaman itoğluitler, gancığındölleri, gavatınuşakları küfürleri ile kalmış hatıralarımda. İyi ki turist rehberi olmamışım. Hatta peri bacalarını hiç hatırlamıyorum, tek hatırladığım uçsuz bucaksız pezevenk vadisi ve goduumun bacaları. Dedemin öfkesinin sebebini anlamam yıllar aldı. Çünkü uzun siyah saçlı dünyalar güzeli karısı 10 dan fazla çocuğu öylece bırakıp ölmüştü. At arabası altında kalmış. Demek ki dedemde at arabalarına kızgındı. Haklıydı. Ben dedem olsaydım daha çok söverdim.