Perşembe, Haziran 26, 2014

Biz de babamızı sevmedik



Babamız bizi sevmedi
Çirkiniz! çirkiniz!
Öyle birşey koptu ki içimizde
Bütün kötü kadınlar bizden sorulur
Kaçmayı biliriz biz en iyi
Ey cesur! ey sevgili! sıkıysa bak gözlerime
Taşa çeviririm seni, mum gibi eritirim
Çocukluk acıları pazılarımdır benim
Ah ben ne güçlü ne unutkanım bilemezsin



   Ablam ve ben büyüyüp de aynı yatağa sığmayınca aynı odada iki ayrı divanda yatmaya başlamıştık. Ne zaman uyumak için yataklarımıza girelim kapı açılır babam gelirdi. Her gece değil ama sık sık. Doğruca ablamın yatağına yönelir güzel sayılabilecek iltifatlar ederek yanına uzanırdı. Ablam henüz uyumamışsa sohbet ederlerdi. Ortada bir ayrım olduğunu fark edene kadar sohbete ben de katılıyordum. Babam çoğunlukla Tire adında yeşillikler içinde cennet gibi bir şehre taşınmaktan bahsediyordu. Yıllar önce gitmiş ve o gün kafaya koymuş. Bir gün evi tam şuraya, şu incir bahçesine yapacağım demiş. Öyle güzel, ondan normal şartlarda duymadığımız kelimelerle anlatırdı ki Tire’yi, günler geceler boyu üstüne hayaller kurmama neden olurdu. Rengarenk kuşlar, ağaç evler, şelaleler ve bahçeler vardı. İnsanlar çiçekli sarmaşıklarla sarılmış pencerelerden birbirleriyle muhabbet ediyorlardı. Patika yollardan bisikletlerimizle denize ulaşıyorduk. Giderken de ağaçlardan muz topluyorduk. Orada olsun yada olmasın istediğim hayali bir nesneyi oracığa bir yerlere kolaylıkla yerleştiriyor, ancak cennet tasvirlerinden rastlanacak bir dünya kuruyordum. Resmini de yapmıştım. Dünyanın en güzel şehirlerinden biriydi. Belki birincisi. Ulaşmanın aylar sürdüğü, limanlarına korsan gemilerinin dayandığı Mersin diye de bir ülke vardı. O da birinciydi. Onu da babam anlatmıştı. Babamın yanında silah taşımasının sebebi her gidişinde bu kahrolası korsanlarla savaşmak zorunda olmasındandı. Ben korsanları tutuyordum. Şu elinde paslı bir kama tutan burnu halkalı korsanı.

  Ne zamanki babamın benim yanıma uzanıp uzak şehirlerden ve ülkelerden asla bahsetmemiş olduğunu fark ettim, şüphelendim. Ters giden bir şeyler vardı. Uzaklardan sadece ona bahsettiğine, odaya daha girmeden dahi onun yatağına yöneleceğini ikimizin de bilmesine bakılırsa galiba babam sadece ablamı seviyordu. Bir babanın kızlarının yatağına uzanması normal miydi? Evet tabii ki. Peki sadece bir kızının yatağını tercih etmesi? Bak işte bu tercihli bir davranıştı. Hoş bunu istediğimden de emin değildim. Onun o sigara ve içki kokusunun zapt ettiği bedenine yemek sofrasında bile tahammül edemiyordum. Kehribar sarısı dişlerine, belki de yüzyıllardır ağırlığınca kirli kokular istiflemiş nefesinin kokusuna, fanilasının üstünden taşan ağarmış ve terli kıllarına gayri ihtiyari değmeye. Sevgisizliğe ayışın akabinde Tire ve Mersin en sevmediğim yerler oldu. Haritada üstlerini hunharca karalayıp kocamanca tükürdüm. Tüm kalbimle korsanların babamı esir alıp ahtapotlara atmalarını, köle pazarında firavuna satmalarını diledim. Hatta dilerse sevgilim korsanım şu paslı pala ile bitiriversin işini.

     Bir başka gece babam odaya girip yine doğru ablamın yanına gitti. Uyumuyordum ama kafama yorganı geçirip uyuyor numarası yaptım. Ablamla fısıltıyla konuşuyorlardı. Duyabileyim diye yorganı kulağımın arkasına sıyırdım. Benden bahsediyorlardı. Babam benim çirkin ve kara olduğumu bu yüzden beni öpmeyi sevmediğini söylüyordu.  Hani çocukları kızdırmak için duyabileceği şekilde “nesini seveceğim şu çirkinin” denir ya? Öyle bir şey yapıyordu güya. Uyumadığımı nefes alıp verişimden anlamış en zayıf olduğum noktalarla kışkırtarak karşılık vermemi istiyordu. Sonra öfkelenmiş tipime bakıp o sarı dişleriyle hangır hıngır gülecekti. Asla karşılık vermeyi düşünmedim. Gerçekten umurumda değillerdi. Umurum böyle düşündüğümün farkında mıydı bilmem.  “Onu çingenelerden aldık, büyüsün geri vereceğiz” diye devam etti. Ablam olacak mendebur da kıkır kıkır güldü ve hala güldü.  Ben yorganın içinden fırlayıp “sizsiniz çirkin işte” diye karşılık vermedikçe babam coştu. O kadar abarttı ki işi, psikolojik yıldırma bir bilim dalıysa mucidi babam olmalıydı. Bir baktım yatağın içinde devasa antenleri olan minik bir böcek olmuşum. Fık fık fık tıpı tıpı diye sesler çıkararak rutubetli karanlık bir deliğe doğru koşmak ve sığınmak ihtiyacı hissediyordum. İçi acı kelimelerle dolu spreyle ilaçlandım. Zehirlendim. Gözlerimden dünyanın en sessiz yaşları boşaldı. Artık beni kızdırıp yorganın dışına çıkarmak ve hep beraber olanlara gülmek amacı taşıdığına inanmıyordum. Benden gerçekten nefret ettiği açıktı. Ruhumun duvarlarına birbirine paralel jilet kesikleri atıldı. Kan kokusunu alabiliyordum. İçimde taşıdığım küçücük; bir gün benim yatağıma doğru yönelecek, yapmacık iltifatlarından sıralayarak sarılacak ve hikayeler anlatacak umudu saman taneciğinin saniyelik yanışı gibi yandı bitti. Gözlerimle gördüm.

    O geceden sonra galiba babamı sevemedim. Her hangi bir bayramda elini öpmeye kalksam onu öpmemden rahatsız olduğunu sanacak kadar da beni sevmediğini. Diğerlerinin içinde çocuğunu öpmeye mecbur tutmayım diye yüzümü ona yaklaştırmadım. Sevmeyişin buyruğu altında bütün bu ufak tefek ama yorucu angaryalarla uğraştım durdum. O bana soğuk olan kızım diye baktı ben de ona hemen hemen her evde bir adet bulunan bıyıklı şey diye. Kedisi olan evler müstesna. Kediler iyi.  Aslında sevmemeye ne zaman başladığımı tam kestiremiyorum. Bu olay da olabilir, kuşları vurması, bana da vurdurması, sümüklü mendillerini yıkatması veya mantarlı ayağına krem sürdürmesi, herhangi biri tetiklemiş olabilir.  Sevmek için de kılımı kıpırdatmadım. Hem zaten parçası olduğun bir adamı sanki yeni tanımış gibi sevmeye başlamak da kolay değildi ki. Sevmek göründüğünden daha karışık bir duygusal mühendislik. Nereden başlayacağını ve nerede sona erip ermediğini bilemiyorsun.


   Aileler çocuklar arasında ayrım yapmaz sözüne bu açıdan pek inancım yoktur. Eğer biri daha sevimliyse ve daha cana yakınsa yapılabiliyor. Ablam galiba sevimli bir arkadaş. Hiç bir ebeveyn de (ah şu tabiri hayat boyu sevmeyeceğim) huysuz çocuğunu gönlü kalmasın diye seviyormuş gibi yapmak zorunda olmamalı. Kafasına uyanı sevsin varsın. Yani evet. Onlar nezdinde sevilmek için epeyce kurala, kaideye uyman gerekli. Bense ne kazandırdığından bağımsız olarak kural sevmiyorum.


Ön kapıdan ve sırayla
Buyrun kibar hanımlar beyler
Babanız sizi sevdi de ne oldu?
Korkak, kör ve bok gibisiniz

***

Salı, Haziran 10, 2014

Annem, Tanrı ve Sen


Kutsadık.Nefret ettiğimiz yaşamak lanetini bize bulaştıran her şeyi kutsadık.Başköşeyi ise daima, birbirimizin canına daha kolay kıyabilmemizi sağlayan sevgili Tanrımıza ayırdık. Görmediğimiz ve duymadığımız yaratıcıyı; çığlık çığlığa görünen, anlatan ve ağlayan insandan daha çok anladık, çünkü O hep vardı ve var olacaktı. Sonsuz varoluşundan ürktük. Ölümsüzlüğüne yenildik. Hem yaşamaktan hem ölmekten korkuyorduk.

O kadar korktuk, o kadar korktuk ki yaratıcının dünyadaki izdüşümü anneyi kutsamak zorunda kaldık. Belki de ölümlü bir yaradanın karşısında kendimizi daha rahat hissedecektik. Öyle de oldu. Kanını, canını, emeğini, varlığını sömüre sömüre kutsallığına küfürler savurduk. Etlerini koparıp, saçlarını ellerimize doladık. O bizi hep anladı. Tuttu başımızı okşadı. Gözyaşlarımızı avuçlarına alan, kulağımıza umudu fısıldayan bir yaradanımız vardı. Anne, yaşamaya mahkûm ettiği bize sevmeyi anlattı.

Var olmanın acısı sevdikçe geçecekti. O'na inandık. Sevdik. Sevmekten yaşamanın tek güzelliği aşka ulaştık. Kutsal aşka.

Nefes almaya anlam katan aşktan daha kutsal ne olabilirdi ki? Olmadı. Aşkı sadece yaşayanlar kutsayacaktı.

İnsanların herhangi bir şeyi kutsal bulmasında problem yok, problem, kendi kutsalını ötekine dayatmasında. 

Varlığımı derinden etkileyen üç kutsalımı anlattığım 2. kitabım bugün piyasada. Hayırlısı

http://www.dr.com.tr/Kitap/Annem-Tanri-Ve-Sen/Siminya/Edebiyat/Roman/Turkiye-Roman/urunno=0000000599898


Bi arkadaşa bakıp çıkıyorum

     Uzun zaman ara verince nasıl başlanır bilirsin "bloguma uzun zamandır yazmıyordum bir uğrayayım dedim, özlemişim..." f...