Perşembe, Temmuz 17, 2014

Benim delilerim


   Psikolojik durumların hangisinin gerçekten hastalık hangisinin biraz kendinle kalmak, susmak ve sıkılmak olduğunu çok da bildiğim söylenemez. Bütün ruhsal hastalıklara cinler sebep olur diye bir inanca sahip olduğumuzdan tuhaf hallerimizi şehirlilerin psikolojik hastalıktan karizma yapmasının tersine saklamayı yeğledik. Eğer psikoloğa gidersen –ki öyle bir şey hiç olmadı- köyün delilerinden biri olduğunu ilan etmiş olursun. Can veya Duran gibi, çocukların alay ettiği, büyüklerin yaşın ne olursa olsun sana “sen” diye hitap ettiği, acıyıp ekmek verdiği delilerden sayılırsın. Saygı duyulmayan, öldüklerinde cennete de cehenneme de alınmayıp Araf’ta bırakılacaklarına inanılan delilerden.

Can mahallemizin tanınmış delilerindendi. Baya ünlü deli. Delilerin neden delirdiği veya niye alışılmış şekilde davranmadıkları ile ilgili ortak üç hikayeleri vardır. Bilirsiniz. Menenjit geçirmiş, döverken kafasına çok vurulmuş (döv ama kafaya vurma) ve en mantıklısı cin çarpmış! Anlam verilemeyen her doğaüstü olayı cinlere mal ederek kendimizi araştırma gibi, mantık gibi saçma işler için hiç yormamışız. Cinlere saygı duymuş, korkmuş ve hastalıkların sebebi olarak görüp kendi şifa sektörünü yaratmışız. Soğan kokulu üç beş hoh için kaç para istendiğinden haberin var mı senin?  Delilerin tek suçlusu cinler değildi elbette, o sadece sonuç. Çocukları cinlerle muhatap eden esas suçlular, ruhani kuralları layıkıyla bilmeyen ana babalardı. Banyoda avret yerini örtmeden kıbleye dönüp banyo yapanından, tuvalette türkü söyleyenine (içinde allah geçen bir türküyse o saniye yamulur) daha önce bahsettiğim gibi eşikte oturanından, küllüğe basanına bu kişiler kurallara itaat etmeyen cenabet ve aptal kimselerdi. Ya bunları bilecek ya da kendinin ve çocuklarının deliliğine razı olacaktın. Cinleri hiç görmediğimiz halde onlar bizim her gün ama her gün hayatımızdaydılar ve birçok hareketimizi engelliyorlardı. Onlar yüzünden geceleri tüm aynaların üstüne örtüler örtüldüğü için aynalara bakamıyor, sokağa her çıkışımızda bir küllüğe denk geleceğiz diye telaşa kapılıyorduk. Kışın pencerelerin perdelerini aralasak beyaz karların içinde simsiyah oturan cin canavarı conguluzla karşılaşacaktık. O yüzden zemherirle birlikte asla perdeleri aralamadık. Buna azami dikkat ettik. Geceleri içi puslu sırlarla örülen dışardaki tuvaletlere çıkmamak uğruna tenekelere işedik, donumuza sıçtık. Fısıltıyla konuşup, bismillahsız bit bile patlatmadık. Şerefsiz cinler bu kadar kurallara uymamıza rağmen gene de bir yolunu bulup evlerimize geliyor, güzel gelinlerin koynuna girip hamile bırakıyor, berikinin de aklını çalıp kaçıyorlardı. Cinlerin istila ettiği bir şehirde esir gibi yaşadık resmen.

İşte bizim meşhur Can için de benzer bir çarpılma hikayesi anlatılmıştı. Babası ile annesi cinsel ilişkiden sonra gusl abdesti almadan uyumuşlar güya. Zaten babası da çorabını giymeye soldan başlarmış. Anası da öyle pek taharet nedir bilmez bokunu götünde kuruturmuş. Böyle böyle olacaktan kaçamamışlar ve Can cinni olarak doğmuş. Can aşırı kilolu, çiçekli kocaman pijama ve her yeri yırtık kirli baba atleti giymiş yaşı belirsiz bir kadındı. Ağzından sürekli salya akıyordu. Mahallenin diğer delilerinden en deliydi. Evinden her çıkışında arkasına bir ordu çocuk takılır, pijamasının lastiğini tutup çekerek içine taş doldururduk. Dönüp bizi kovalaması için yapıyorduk bunu. Önce eğağağa öğöğö diye bağırıp bizi kovalardı ama donundaki taşlar paçalarından dökülmeyip biriktikçe hareket edemez, kovalamayı bırakırdı. Ona kötü davrandığımızı değil birlikte oynadığımızı düşünüyorduk. Can’ın bize reaksiyon verdiği tek oyun buydu. Öteki türlü yol kenarlarında kambur şekilde, ağzından oluk oluk sıvılar akıtarak yürümek ve yürümek dışında hiçbir şey yapmazdı. Bazen annesi olduğunu düşündüğüm bir kadın gavurun tohumları diye bizi kovalıyor, Can’ı alıp aynı Can gibi kirli, şişman ve kambur olan virane evlerine kilitliyordu. Can naylonla kaplı pencerenin önünde durup dışarı bakmayı deniyor, öfkesinden sağa sola sallanarak bağırıp ağlıyordu. Yine de bizden nefret etmedi. Bence etti de söyleyemedi.

Öteki deli, Emrullah’tı. Kim olduğu, nereden gelip nereye gittiği hakkında en ufak bir fikrimiz olmadı. Uzun boylu, kumral ve yakışıklı sayılabilecek Emrullah hakkında tek bildiğimiz şey kağıt yırtmayı sevmesiydi. Daha bir gün olsun kolunun altına teptiği gazete, çimento veya kese kağıdı olmaksızın dolaştığı görülmedi. Kolunun altından alıp yırtıyor, sağa sola serpeliyordu. Kağıdı biter bitmez 30 larındaki bu adam böğüre böğüre ağladığı için mahalle halkı onu hiç kağıtsız bırakmadı. Onu, düğünlerde eline renkli elişi kağıtları vererek seyyar konfeti cihazı olarak kullananlar oldu. Para da veriyorlardı ama parayı da yırtıp savuruyordu. Mahallemiz, sayesinde uçuşan kağıt yırtıklarıyla panayır yeri gibiydi.

Bir de Duran vardı. Sonradan bir gazetede gördüğüm down sendromlularla Duran’ın birebir aynı olduklarını fark edecektim ama o an için tek teşhis pek tabii ki cin çarpmasıydı. Hatta tipik mongol özellikleri taşıyanlara en hakiki cin çocuğu gözüyle bakılıp saygıda kusur edilmiyordu. Babası küllükten çıkar gelir neme lazım. Duran’ı sevmiyordum çünkü yaygın bir inanışa göre Ankara'nın diğer tüm erkekleri gibi o da ablama aşıktı. Köyün delisinin bile ablama aşık olduğu bir yerde nasıl isyan etmem sorarım? Duran’ın konuşması ne kadar bozuk olsa da dediklerini anlayan birkaç kişi vardı. Biri, Duran’ı kuru ekmeğine yanında köpek gibi çalıştıran amcam, biri en yakın kankisi Kağıtçı Emrullah, diğeri de ablamdı. Duran ablama dönüp haghlhamegogoluhohöhöbö dediğinde ablam “Sen Ankara’nın en güzel kızısın” dedi, diye tercüme ediyordu.

Aşk söylentisi de resmen uydurmaydı ya. Nasıl başladığını gözlerimle gördüm, görmesem uydurma demem. Bir düğünde ablam Zehra ortaya düşmüş kolbastı benzeri bir oyun sergiliyordu. Çekmez olaydı kime çektiyse özgüveni baya bir yüksektir bu kızın. Duran ve Emrullah dar sokaktan düğünün yapıldığı meydana doğru yürüyor bir yandan da birbirlerine ablamı işaret ediyorlardı. Emrullah elinde biriktirdiği renkli kağıtları ablamın kafasından aşağıya serpti, Duran Emrullah’a çok sert bir bakış atıp ablamı göstererek iki elini kendi memelerinin üstüne kafes yaptı, sonra yine ablamı gösterdi. Bu etraftan seyredenler için “Duran Zehra’ya aşık oldu :)))” diye yorumlandı. Bana göre “memeleri sarkmış” demişti ama kimse benim gibi kıskanç kardeşlerin fikirlerini önemsemezdi. İşte aşkları böyle başladı. Ondan sonra Duran yoldan geçse ablam “ay bu da bana musallat oldu offf bıktım” yaptı. Duran hölölö dese aşkından ölüyor, ağağağ dese evlenmek istiyor dendi. Ablam delilerin bile aşık olduğu kız ünvanını da alarak yardırdı gitti. Ben de bari napiim Emrullah’da beni sevsin diye ona devamlı kağıt verdim. Bir verdim iki verdim derken bir gün verdiğim kağıdı az bulup beni kankisi Duran’la birlikte 2 kilometre kovaladılar. Duran’a çok kırıldım. İnsan baldızına tükürür mü? Neyse ki Can’ı annesi eve kilitlemişti.

Çarşamba, Temmuz 02, 2014

Genç sunniler rahatsız


 Eczanede çalışan ve beyaz önlüğü sayesinde doktor zannedilip saygın bir ilgi gören abimle köyleri dolaşıp bazı yatalak hastalara ilaçlarını ulaştıracaktık. Bunu bana teklif ettiğinde kendisiyle aynı arabada yolculuk etmek her ne kadar beni huzursuz etse de kabul ettim. Çünkü çocukluğumdan beri köyleri gezme fikriyle gelen kimseye hayır diyemedim. Tarla kenarlarında ayağa kalkıp araba seyreden tarla fareleri, sesinin nereden geldiği asla bulunamayan cırcır böcekleri ve hafif bir esintide bile ürküp sürüyle havalanan naif güvercinler. İllaki çeşme başı molası ve kısmetse yol kenarı satıcıları. Kim sevmez! İlkin kanser hastası bir adamın ilacını götürmeye karar verdik. Köyü baya bir uzaktaydı. Abim benzinsiz dağ başında kalmaktan endişelenip kestirme bir yol bulurum umuduyla bildiği yoldan toprak bir yola saptı. Yolda bana sanki biliyormuş gibi köylerin tarihçelerini falan anlattı. Tarihçe dediğim de bura eskiden anavatan partisinindi, şuranın muhtarı gavatdı vs. Bir çeşme başında durduk. Bir kaç kavun satın aldık. Abim cd çalara bir cd taktı. Kimin olduğunu bilmeme gerek olmayan cd de bayrağa, güllere, hilale, yiğitlere ve bacılara tepeden tırnağa kırmızı olduğunu hissettiğim şiirler okunuyordu. Yiğitlerin harman olduğu bir yerlerden söz ediliyor, kınalı elli namuslu bacılar koklanmaya bile kıyılamıyordu. Bir şeyler dinleyecekse eğer ruhu şahlanmalı ve gözleri dolmalıydı.   
    
Marşların, şiirlerin coşkusuyla bayraklanmış gidiyorken abim arabayı aniden durdurdu. Toprak yoldan arabanın boyunca bir toz bulutu kalktı. Ona doğru baktım, sinirlendiğinde ve duygulandığında yada hep olduğu gibi gözleri kan çanağıydı “Ne oldu abi kaza mı yaptık, bir şeye mi çarptık ne oldu?” dedim. Direksiyona daha sıkı sarılmış öne bakarak “Şerefsizleeeer!”dedi. Baktığı yöne baktım bir köy var ama şerefsizler görünürde yok.  
“Hani neredeler?” dedim.
Sorularımı cevaplamak gibi bir derdi yoktu “Esselamül vel kebare velemyükül el bereka” diyordu fısıltıyla.
“İnnataynaaa abi tabii” Eve dönünce anneme abimi mutlaka okuyup üfürmesini söylemeliydim. Sanırım cin arkadaşlar edinmişti kendine. Bir süre sustuk ve baktık. Ben orada ağaçların veya kerpiç damların arasında şu şerefsizleri arayıp dururken abim derin bir nefesle “Geri dönüyoruz” dedi. 
Nihayet benimle iletişim kurmuştu “Niye? İlaçlar?” Bana döndü ve söyleyeceği şeye karşı aaa söylesene yaa kesinlikle haklısın dememi bekler gibi
 “Baksana bacım burası alevi köyü” dedi. Buyur, yine başladık! Yıllardır birlikte yaşadığı halde varlıklarını bir türlü hazmedemediği bu nedenle öfkeden kudurduğu alevilere rastlamıştı gene. Cevabını bile bile“Eeee?” dedim. Öfkeyle dönüp tıpkı az önce dinlediğimiz kırmızı marşlara benzeyen kırmızı gözleriyle yüzümü yaktı“ee ne lan?!! Irzını siktiğim ee ne? Bu şerefsizlerin içinden geçemeyiz, benim peygamberimi kabul etmeyenlerin köyünden geçmem ben!!”

Abimin fevri hareketlerinden korkarım. Sinirden uğuldayan kulakları kendisine söylenilenleri duyamaz hale geldiğinden daha da sinirleneceği için susmak hepimizin iyiliği içindir. Elinden bi kaza maza çıkar allah etmeye, hiç yoktan kendimizi ona öldürtmüş oluruz. Kader olarak. Olur ya insanız ya hani belki küçücük ufacık bir fikrimiz varsa dozunu ayarlayarak tartıştığımız da olur –tabii dozu ayarlayan ben olduğum sürece- ama gözlerinden kan püskürmesine sebep olan kürt, yahudi, ermeni ve alevi mevzuları söz konusu olunca dikkatli olmamız gerektiğini biliriz.  En son Schindler'in listesi filmini çekmecemde bulduğunda günlerce filmden dolayı oluşacak olası Yahudi hayranlığımı bertaraf etmek için Yahudilerin insanoğluna neler yaşattığını, son derece öfkeli bir perdeden anlatıp, canlandırmıştı. Ama çok geçti, ben filmi izler izlemez Yahudi olmuş, cumartesi günleri Musevi arkadaşlarımla sinagog ayinlerine katılmaya başlamıştım… Göz dağları ve imalarla dolu o ikna odası günlerinden bu yana kelimelerimi dikkatli seçiyor, damarına basmamaya çabalıyordum. Bu kadar özen göstermem onu daha da şüphelendiriyordu, bütün bunları kanlı gözlerinin hareketlerinde görebiliyordum. Ona göre ben vatan hainliği yolunda at başı ilerliyordum, beslendiğim çok gizli kaynaklar olmalıydı. Bana bu akılları veren birileri, bazı adamlar… Dinimizi beğenmiyordum ve bunun müsebbibi öncelikle ayyaş babamdı. Sonra şu diğerleri. 
 Ona, sesimi en anaç tona getirerek alevi köyünden geçmekten bir zarar gelmeyeceğini, korkanın biz değil onlar olması gerektiğini, köyün içinden geçersek peygamberimizi kabul edeceklerini, çok sevap kazanacağımızı söyledim. Bir çeşit tebliğ. Tebliğ fikri aklını çeldi.  Bunda çok sevaplar vardı, biliyordu.  Cesaretini topladı ve arabayı köyün içine sürdü. Heyecanlıydık. 

Alevi köyünde insanların giyim tarzlarında ufak tefek farklılıklar ve cami olmaması dışında çevre köylerden hiç fark yoktu. Koyunlar yine zeytin gibi sıçmış, bildik horoz dama çıkmış tanıdık tavuklara bağırıyordu. Çeşmenin suyu her zamanki gibi homojendi. Taşlar bildiğimiz taş, kavaklar bildiğimiz kavaktı. Bir teyze dam dibine çömmüş patik örüyordu ve yemin ederim ki aynı modelden annem de örmüştü. Çeyizimde gördüydüm.  Bu aynılıkları abime yumuşacık sevimli sözlerle anlatmak için - ve belki içinde ufak bir mantık kırıntısı uyandırırım umuduyla- hazırlanıp döndüğümde abimin terden sırılsıklam olduğunu, hırsından ağladığını fark ettim. Dişinin gıcırtıları köye girince sesini daha da açtığımız oto teybinden gelen marşlara karıştı. Sanki yolumuzu şaşırıp savaşta olduğumuz bir ülkenin topraklarına düşmüş düşmanlar gibiydik. Kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu ama neden korktuğumu hiç bilmiyordum. Arabanın içini ağır mı ağır bir gerginlik kapladı. Nefret ediyordu. Kin duyuyordu. Nefreti,  insanı yaşama karşı dayanıklı yapma özelliğinden dolayı sevmeme karşın, elindeki nefretle akıl almaz işler çıkaran abim gibilerin korkak olmalarını tercih ederim. Bilmiyordu ama. Bu nefret ettiği insanlardan ne zaman ve ne amaçla nefret etmeye başladığını kendi de bilmiyordu. Sadece ona küçüklüğünden beri köylerinde camii olmadığı ve muhammed yerine ali'yi peygamber kabul ettikleri için onlardan nefret etmesi gerektiği öğretilmişti. Gusül abdesti almıyor ve bu nedenle arştan duyulacak kadar kötü kokuyorlardı. Melekler bile lanet ediyordu onlara. Şu cem evi ve mum söndü olayı ise tamamen gizemini korumaktaydı. Orada kim bilir neler neler yapılıyordu. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz demişti atalarımız. Bütün bunlara müslüman bir ülkede izin verdikleri için öte tarafta cezalandırılacaklardı. Bundan korkuyorlardı işte en çok. Neden onları yola getirmediniz? Neden tebliğ etmediniz? Ve kabul etmediklerinde neden cihat etmediniz? Soruları sorulduğunda verecek cevapları olmayışından.



 İçi alev alev yanan, kaportasından ter akan arabanın ani manevrasıyla irkildim. Geldiğimiz yöne doğru gerisin geri dönerek gaza bastı ve neredeyse bir saat sürmüş gibi hissettiğim o yolu 15 saniyede alıp köyden çıktı. Alevilere karşı nefretinin bu büyüklükte olabileceğini, yıllardır konuşulan onca şeye rağmen tahmin etmemiştim. İlk kez aha bu gözlerimle bir nefretin bir bedende nasıl göründüğünü seyrettim. Bir insanı bu tanımlanamaz hale nasıl bir güç getirebilir? Yolda kendisine bir soru soracak cesareti bulamadım. Bedeni dokunsan havaya uçacak bir intihar bombası. Hak bile versen biriken enerjisini senin üstünde atmasına bahane olacaksın. Sustum. Tek bir soru sormadan koltuğa gömüldüm. Bazı şeylerin cevabı yoktur çünkü sorulabilecek bir sorusu da yoktur. Mantıksızlığın daniskasıdır. Düşüncelerimin onun dünyasında bir karşılığı yok. İstediğin bilgiye sahip ol, dilediğin konuşma şeklini dene. Onu ikna etmenin olanağı olamazdı.


Daha uzun yollardan birkaç tarla biçerek kanserli hastanın köyüne gittik. Abim, hasta amcanın iğnelerini yaparken az önce alevi köyünde gözünden kanlı yaşlar boşalan, direksiyon başında nefret krizi geçiren adamdan çok uzak, sevecen, nazik bir doktor bey oluvermişti. İnsanlık öldü mü amca diyordu sık sık




Bi arkadaşa bakıp çıkıyorum

     Uzun zaman ara verince nasıl başlanır bilirsin "bloguma uzun zamandır yazmıyordum bir uğrayayım dedim, özlemişim..." f...