Perşembe, Mart 15, 2012

Ötekileri öldürmek




 Annem mutaassıp bir kadın. Öteki dünya korkusu ile zaman zaman ibadette aşırıya kaçtığı, on binlerce boncuk uzunluğundaki bir tespihin taneleri arasında kaybolup gittiği olur. Hayallerinden biri ilerde bir gün kara çarşaf giymektir  ama babamın çarşafa tepkisi eve gelen iki çarşaflı teyzeyi çükünü çıkarıp kovalayacak kadar net olduğu için böyle bir eyleme girişmekten korkar. Kovalanan kadınlar “bu kafir adama karşı metanetli olursan cennette köşklerde oturursun bacım” dedikleri için annem babamın her türlü taşkınlığını “cepte bir sabır sevabı daha” düşüncesiyle alttan alır.  

   Babam türkü aşkı, pala bıyıkları ve fötr şapkası yüzünden mahalle sakinleri tarafından alevi zannedilir. Bir gün babamın alevi olup olmadığını çözmek için kolundan tutup zorla camiye götürmüşler. İçinden saydıra saydıra camiye giden babam genellikle abdest almadan, kirli donlarıyla namaza durmuş. Bu durumu “Hem abdestin sırasını karıştırıyorum hem de dürzülere gıcıklık olsun dedim”  diye anlatır. Bir gün bir namazın ortasında sıkılıp,  bağdaş kurup “gurban olayım gız içinde acik daha dursun türküsünü patlatana dek bu gönülsüz müslümanlığı sürdürmüş. Zaten ondan sonra istese de camiye almamış,  cami civarından bile geçse homurdanmışlar. Babamın da işine gelmiş bu, daha da vermiş karı kızın, humarın, sazın gözüne.  Annemle babamın iki zıt kutuplarda sergilediği aşırılıklar yüzünden biz zavallı evlatları birer birer tuğçe kazazlaştık. Bir gün TKP’ye bir gün Taliban'a öteki gün Turancılar'a sempati duyduk. Arayışlarımız sürüyor.

 Babamın alevilere bu kadar benzemesinin sebebi doğduğu köyün bir alevi köyüyle bitişik olması. Küçüklüğümüzde Hıdırellez zamanı bizi bu köye götürürdü. Köy ahalisi çimenlik bir yerde toplanır, kazanlarda bulgur pilavı pişirir, geleneksel oyunlar oynardı. Babam da o sırada alevi dedelerle aşık atışması yapar, ondan hiç duymadığım kahkahalar atardı. Ben nereye geldiğimizi ve ne yaptığımızı anlamayacak kadar küçüktüm ama babamın değişimini hissedebiliyordum. O'nu bir daha asla kendine tıpatıp benzeyen bu kadar adamla bir arada görmedim. Kahkaha atarken de görmedim. Babamın alevilere benzerliği hayatta sadece bir işimize yaradı. Atatürk Orman Çiftliği’ne defalarca beleşe girdik.Gişede görevli memur aleviydi ve babamı ünlü bir alevi dedesiyle karıştırıyordu.  Ses etmedik.  Bunun dışında genelde olumsuz bakışlar ve imalı sözler nasibimiz oldu. Lakaplarımdan biri kızılbaşın kızıdır.

   Mamak;  Sivas, Yozgat ve Tokat gibi illerden çok göç alır. Bu yüzden Mamak’ta çok alevi yaşadığı söylenir. Söylenir diyorum çünkü- her ne kadar günümüzde bu durum azalsa da- hala alevi olduklarını bir sır gibi saklayan, yıllara dayanan bir ötekileştirmenin sonucu olarak sunni gibi davranmak zorunda kalan aleviler var. Ramazanda oruç tutuyormuş gibi yapıyor, iftarlara gidiyor, kurbanda danaya giriyorlar. Bu davranışların sebebi  tabi ki azınlık olmaları değil. Bilmem kaç yüzyıldır ideolojik hakimiyet; “tek kutsal benim kutsal saydığımdır”cıların elinde olduğu için. Sesleri çok çıksa, her hangi bir makamda yükselseler ilk fırsatta “afedersiniz alevi” diye bir ayıp, bir günah gibi aşağıya çekilmeye çalışılacaklarından. Yüzbinlerce çapsızın bu halkı bir “mum söndü”  aşağılamasıyla özetlemesine şahit olacaklarından. Türkü söylemek için bir yerde toplansalar on binlerce Güner Ümit’in ellerine çıra alıp koşacağından böyle yapmak zorundalar.  Yoksa aleviler ne suskun ne korkak ne de azdır.  Cesaretlerinin ve isyanlarının dile gelişini anlamaya Pir Sultan Abdal yeter.



(pir sultan abdal devletin zulmüne karşı isyan etmiş, isyanını şiirleri vasıtasıyla halka yaymış, onları bu zulme karşı sessiz kalmamaya çağırmış bir asidir. bir nevi aleviliğin martin luther king’i. zalimlerin hışmından yanına sığınan hızır’a kol kanat germiş, eğitimi için şehir dışına gitmesine yardım etmiştir. hızır sivas’a vali olarak atanınca ilk işlerinden biri dergahında yetiştiği pir sultan’ı idam ettirmek olmuştur. pir sultan’a bütün halkın taş atması emredilmiş atmayanın kellesinin uçurulacağı duyurulmuş, pir sultan’ın dostlarından biri taş atmaya kıyamayıp gül atınca pir sultan’ın dilinden o meşhur şiir dökülmüş

şu kanlı zalimin ettiği işler,
garip bülbül gibi zareler beni,
yağmur gibi yağar başıma taşlar,
ille dostun gülü yareler beni
 


    Bazen yakılan aşıklardan birinin türküsünü dinlerken,  herhangi bir yerde olayın görüntüsüne rastlayınca veya babam Aşık Veysel’den bir türkü söylemeye başladığında o günü düşünüyorum. Bir otel odasında ne yapacağına karar vermesi için sadece birkaç dakikası olan ozanlardan birinin çırpınışları geliyor gözümün önüne. Hayır empati yapmak değil niyetim. Zaten bu empati ve saygı beklentisi çok zorlama geliyor bana. Kimsenin düşüncesinin bizim saygı lütfumuza ihtiyacı yok. Biz saygı duymasakta o düşünce onun beyninde arzı endam etmeye, dilinden savrulup çıkmaya devam edecek, etmeli.  Bi gölge etmeyelim yeter.

     Empati ise anaokulunda oynanacak bir oyunu andırıyor.  Bir durumu yaşayanın hissettiklerini anlamamız için belki bütün hayatını onunla birlikte yaşamış,  gözünün önünden geçecek sahneleri bilmemiz gerekir.  Mesela bir zamanlar küçük, yeşil, sevimli bir bitkiye verilen isimken, 93 yılından sonra bir katliamın adı olan Madımak'da sıkışmış ozanlardan biri olduğumuzu farz etsek;  evde bıraktığı , belki dönünce saz çalmayı öğreteceği çocuğunun “çabuk gel baba” diyen yüzü gözümüzün önüne gelir mi? Empatinin öyle bir becerisi var mı? Otelin bir duvarından ötekine yalpalarken kader arkadaşlarıyla saliselik çaresiz bakışmalar yaşadığı o gürültülü sessizliği hangi mizan, hangi çaba canlandırabilir? Ateşten kurtulsa on binlerce öfkeli Nemrut’un gazabından kurtulamayacağını, ölümün er geç göğsüne dayanacağını anladığı o saniyeyi, empati duygumuzu ne kadar zorlarsak yaşayabiliriz? Evlatlarını tv haberlerinde “pir sultan abdal şenliklerinde aşıklar geçidi” haberiyle beklerken “ 35 kişi yakılarak  öldürüldü” haberinde gören annenin ve babanın ciğerine düşen ateşi aynı yakıcılıkta hissetmemizin imkanı var mı?  Bu zalimlerin kendisi gibi olmayanı, kendi sevdiğini sevmeyeni, kendi inandığına inanmayanı değiştirmek, olmadı öldürmek tutkusunu hangi empati duygusu haklı bir noktaya getirilebilir?




Hayırlı olsun”

35 kişi, birilerinin bitmeyen hassasiyetleri neticesinde yakılınca demokratik bir devletin yapması gereken suçluları ve ihmali olanları cezalandırmak olmalıydı, toplum hafızasında onulmaz yaralar açmış katliamı bir mahkeme meselesi, zamanı aşmış sıradan bir dava olarak görmek değil. Alevilerin  tıpkı diğer halklar ve inançlar gibi neden ötekileştirilip değiştirilmeye ve öldürülerek bitirilmeye çalışıldığını araştırmaları, çözümler bulmaları gerekirken suçlular ve savunucuları kah makamla kah sırt sıvazlamayla ödüllendirildi. İnsanları kahkahalar içinde "lan yakın lan yakın" diye bağırarak yakan, allahuekber çeken ve zafer işareti yapan katiller devlet ve maşaları vasıtasıyla mağdurlaştırıldı. "Hayırlı olsun" olumlu ve güzel olaylar için sarf edilir. Bu gazabın tam olarak hangi noktasında güzellik arayacağız? Katliamdan hayır çıkaran memleket. Kurdele de kesin bari.


     Bu nefret dili, bu diri diri yakılan insanlardan daha fazla acı çekmişlik halleri, daimi bir mağduriyet, her biçimde mağduriyet, hep mağduriyet şu iletişim çağında hızla inandırıcılığını yitirdiği gibi bizi cehalet bataklığına çekmeye devam edecek. Çoğunluğun kim olduğu, hangi inancın ayrıcalıklara sahip olduğu adım başı camiiye bakarak bile anlaşılabilir. Sahur davulu olayına girmiyorum bile. Biz artık bu olmayan ezilmişliğinizi, kan döküp döküp ümmet kan ağlıyor edebiyatı parçalamanızı yemiyor ve gerçek dünyaya dönmenizi bekliyoruz. Masal saati bitti. Bizim gibi düşünmeyen, başka şeylere inanan, hiç inanmayan,  türk olmayan, sunni olmayan, heteroseksüel olmayan bir çok başka toplulukların da olduğunu öğrenme yaşınız geldi. Beraber yaşamanın yok etmekten daha basit olduğunu öğreneceksiniz. Aptal sabah kuşaklarınızda, zevzek zevzek Anadolu geziyoruz, börek çörek komadık götürdük programlarınızda Sivas katliamı günü "madımak mıklası" tarifi verme zalimliğiyle bir yere varamayacağınızı da. O rövanşist kafayı, tıpkı Ahmet Kaya için yaşadığınız günah çıkarmanın benzeriyle terk edeceğiniz günler de gelecek. Meyilli kitlenize vurup kıran, kodumu oturtan, eli tabancalı sert adamları allayıp pullayıp satmakla hata yaptığınızı anlayacak  Nesimi’yi, Pir Sultan’ı, Hz Ali’yi kısaca sevgiyi anlatmaya kendiliğinizden başlayacaksınız.  Eğer bu topluma birlikte yaşayabilme becerisi, kendini nimetten sanmama ve diğerini ötekileştirmeme yetisi usturupluca anlatılmazsa bütün memleket baştan ayağa cem evleriyle donatılsa bile bu gelişmemiş kafalarımıza inanç hürriyeti layığıyla işlenmediği için korkarım o cem evlerinin kaderi de Madımak gibi olur. 



 Üfürükten mağduriyet çıkarma yapaylığından uzaklaşırsak gerçeklerle yüzleşeceğiz. Ve gerçekler hiç işimize gelmeyecek. Artık çoğunluk muyuz, beriki miyiz, ileri ki miyiz ne zıkkımsak ötekilere çok zalimlik ettik. Babamın alevi olup olmadığını test etmeleri bile bu zalimliğin ne kadar cüretkar bir şekilde aramızda kol gezdiğini gösterir.  Bundan bir kaç yüz yıl önce azınlıkların yada başka inançlara sahip insanların toplamı yüzde/40 lardayken şimdi yüzde/2 lere inmiş. Ne yaptık o kadar insanı? Nereye  kıstırdık? Nerelerde susturduk? Yüzde bilmem şu kadarı Müslüman memleket… Hayırlı olsun.




Perşembe, Mart 01, 2012

Kitabım çıkıyor




Yalan söylemeye hacet yok her şey ortada, pek mutlu değildim. Zati mutluluk hiç kimse için devamlılığı olan, aynı kişide uzun süre barınan bir şey değil. Ara sıra hissettiğimiz, etkisi çabucak biten bir saman alevi. Belkide kalbin ereksiyonudur da garibin erken boşalma sorunu vardır. Yada her ne boksa işte. Bu uçucu zımbırtının rolünü bu kadar büyütmeye lüzum yok.

    Yine günlerden komik video seyredip fazla gülememe, saatlerden, arkadaşlarının Facebook durumları altına klavyeyi avuçlarcasına random mesajlar bırakmaydı. Twitter'da "sen elmayı seviyorsun diye..." nin bir milyonuncu versiyonunu okuyup favlamaydı ki İnkılâp Kitap'tan Ahmet Bozkurt'un mesajını aldım. Kitap diyordu, yazmak diyordu, BASMAK diyordu! Bir dakika bile düşünmeden paranoyanın verdim beline küsküyü. Pek tabi ki. Anamın rahminde geçirdiğim günlerle alakalı kafamdaki soru işaretlerini bile çözmüş değilken.. Düşünsene 9 ay boyunca gebeş gibi yatıyoruz ya. İnanılır gibi değil. Gerçi sonra doğuyoruz da tarlaya tapana mı gidiyoruz? Bu seferde sıça sıça yatıyoruz. Bebeklik gerçekten büyük vakit kaybı. Vatana millete külfet. O süreç daha verimli hale getirilebilir bence.
Şüphelerimin yersiz olduğunu anlamamın üstünden 10 gün geçmiş miydi, geçmemiş miydi elimde sözleşmeyle yatağımın üstünde sırıtıyordum. Sanki uzun zamandır alamadığım bir kitabı almış gibi mutlu, imzalı A4 birikintilerimi kucaklayıp oturdum. Na böyle seksen sayfa gelir.

Sonra başladım kitabımı yazmaya. Bir şey söyleyeyim, bundan sonra kuracağım hiç bir cümle bundan daha iddialı olmayacak; Dünyanın en güzel şeyi yazmak. Sonra belki yaprak sarması. Ama önce yazmak.
Sadece benim için geçerli değil bu. Bence okuma yazması olmayan annem için bile bu böyle olmalı. Eğer yazabilseydi siyatiklerini öyle bir anlatırdı ki Ankara'da Siyatik adlı gaddar, belalı, hobisi yaşlı kadınların bacaklarını tekmelek olan bir adam yaşadığına inanırdık. Karısının adı da Reflü olurdu.
 Çünkü yazmak, yaratmak. O güne kadar yok olan bir insana, bir eve, bir ağaca yaşama hakkı veriyorsun.  Dur ya daha bir kitabım bile olmadan Elif Şafakvari kalıplar kullanmaya başladım. Allah bilir kitap çıktıktan sonrada "bu süreçte çok sancı çektim... karakterlerim içimin çeperlerinde yolculuğa çıktı...yeni bir kitaba başlamadan önce demlenmem ve yeniden sancılanmaya hazır hissetmem lazım..." diyeceğim. Derim yani. Sağım solum belli olmaz. Keza karşıdan karşıya geçerken de önce sağa mı? yoksa sola mı bakacağımı bilmiyorum. Trafik ışıklarının hangisinin bize yandığını da.

 Yakın bir zamanda, kısmetse bir kaç aya kadar kitabım çıkacak. Şimdilik sadece bu mutluluğumu paylaşmak için yazdım. Hani yazmak güzel ya o bakımdan. Tutamadım kendimi. Kitabın içeriğidir, kapağıdır, götüdür, başıdır bunlar için henüz net bir şey söyleyemiyorum. Çıkış tarihi falan netleşince yeniden, daha sevindirikli bir yazı yazarım herhalde.
 Ne olursa olsun benim için bir kitap yazmış olmak bile, bak kitabımın basılmasını falan demiyorum sadece yazıp meydana getirmek bile hayatta gelebileceğim en güzel nokta. Ömrümde ki tek başarım kardeşim işşş! Bundan sonrası çok da lülü. Yani azcik lülü tabiki de, çok lülü değil.
Sözlerimi Anadolumuzun bozkırlarından güzide bir temenni ile noktalıyorum. Her şeyin hayırlısı yareppim... Güzide kim?

Bi arkadaşa bakıp çıkıyorum

     Uzun zaman ara verince nasıl başlanır bilirsin "bloguma uzun zamandır yazmıyordum bir uğrayayım dedim, özlemişim..." f...