Ertesi gün yüzümde kocaman buldumcuk gülümsemesiyle işe başladım. Mağazanın konseptinden bahsetmek gerekirse. İhraç fazlası her çeşit ürünün satıldığı bir dükkan. Spor ayakkabı da var, elektrik süpürgesi de. Parfüm de var, seks oyuncakları da. Bir milyon kalem ıvır zıvır. Bazıları Türkiye'de olmayan, Avrupa ve Uzakdoğu'da satılan iyi kalite markalar. Ben ilk başta satış elemanı diye alındım ama o heyecanla işe fazlaca asıldığım için bir haftada sivrildim ve mal alımından dükkanın anahtarını elime vermeye kadar her türlü tarihi anı yaşattılar. Anahtarı ele verme! Şimdilik toplamda 35 kilo gelen Aslı ve acayip yakışıklı bir o kadar da zampara Hasan adlı iki elemanla işi götürüyoruz. Müşteri olmadığı zamanlar müzik açıp dükkandaki güneş gözlüklerini, perukları takıp dans ediyoruz. Gün içinde, yemek molasını saymazsak geçirdiğim en güzel 3 dakika bu oluyor. Kalan zamanda insanları bir şeyi almaya ikna etmek gerçekten çok zor. Müşteri denen şey tam bir bela. Seni bulacağım müşteri!! Bu işe girdiğimden beri başka dükkandan alışveriş yapamıyorum. Müşteri olmak fobi oldu bende. İşlerin zorluğundan dolayı sanırım yakında bir eleman daha alınacak ondan sonra gelsin daha uzun süreli kaytarma, gitsin allana kadar goygoy.
İlk hafta sorunsuz çalıştım. Zaten ilk haftam ürünlerin fiyatlarını öğrenmekle geçti. Bütün günümü 6 yaşındaki çocuklar gibi "bu ney? şu kaça? şey satıyor muyuz? kaç diyim?" sorularını öteki çalışanlara sormakla geçirdim. Hem ben kendimi aptal hissettim hem de onlar benim gerizekalı olduğumu düşünüp işe aldıklarına vah tuh ettiler. Satılan ürün çeşitliliği yüzünden dükkanın müşteri profili de çok karışık. Mesela bir gay çift var ve ben onlara içinden taşşak ve penisin çaprazlama geçtiği götünde delik olan bir şey sattım. Halk arasında tanga deniyor ama bence bilimsel bir giyecekti. Pavyonda çalıştığını anlatmayı özellikle tercih eden, çalışanlara "canımcım" diye hitap eden aşırı boyalı ve epeyce yaşlı bir kadın var, Nursel abla. Hiç bir şey satın almadığı gibi satın almaya meyilli müşterileri de yüksek sesle anlattığı pavyon hikayeleri ile kaçırıyor. Akp den de fena halde nefret ediyor. Son gelişinde müşterinin biriyle akp yüzünden kavga ettiler. Diğer müşteri bugün nefes almamızı bile Tayyip emmiye borçlu olduğumuzu, Atatürk'ten beri ülkenin böyle bir cevher görmediğini, elinden gelse ayağının altını öpeceğini söylüyordu. Nursel abla ona ayağının altını öpmek istediği için şerefsiz olduğunu söyledi. Nitekim bu şerefsiz lafından sonra film koptu. Kavgayı ayırana kadar götümüzden kan damladı. Patron dükkana haftada 2 gün uğradığı için böyle meseleleri çalışanlar kendileri halletmek zorundalar. Öyle bir düzen kurulmuş ki dükkan yansa patron gelmeden yeni dükkan yapacak kadar sistematik ve sinsi olmuş elemanlar.
İki defa tacizimsi olayla karşılaştım. Bir sabah 9 sıralarında şişman, yiril yiril at kokan 55 yaşlarında bir adam dükkana girip "ben gadın arıyom" dedi. Önce panikledim, tezgahın önündeki bölmede saklı duran biber gazını elimin içine sakladım. "Burada giyecek falan satılıyor beyefendi" dedim. "çok param var, balıkesirde yazlığım da var, dul da olur" dedi. "Vitrinde ki manken de olur mu?" dedim. Kocaman bir kahkaha attı. Neyse sen bana baksır ver de gideyim sonra gene gelirim dedi. Ba ba ba ba. Baksır verecek mişim. Yeni yavşak alanlara akma çabası. Baksırımız yok dedim, pek inanmadı ama uğraşmadı daha da, gadın araması gerekiyordu ve fazla vakti yoktu. gitti.
Bir başka gün de polis olduğunu söyleyen bir adam geldi. Elinde bir çanta kaçak mal. Kaçakçılardan ele geçirdikleri malları sattığını, bu işi bir çok polisin yapmak zorunda olduğunu çünkü maaşların yetmediğini söyledi. Getirdiği ürünlerin hepsinin başından bir olay geçtiği o kadar belliydi ki. Korsajlar çamur olmuş, çoraplar saman, sütyenler koyun boku. Çabucak samimiyet kurmak için yapılan klişe erkek oyununa başvurup "ben seni daha önce gördüm, parkın orada oturuyorsun değil mi?" dedi. Doğal olarak önce anlamadım. Saygıda kusur etmekte istemiyorum "yoo göbek var ya bellona'nın önünde? ordan dönüyon 100 metr...." jeton sekizgen tabii, anca düştü.
Sütyenlerden birini eline aldı bir memelerime bir sütyenin içine bakıp "bu sana olur, denesene bir kabine girip" dedi. Diğer elemanımız Hasan "biz malları toptancılardan alıyoruz teşekkürler buyrunuz" diye kapıyı gösterdi. Sonra da bana ayar çekti saolsun. Müşterilerle senli benli olmamamı, böyle yaparsam yavşamakta sınır tanımayıp menfaat amaçlı kullanacaklarını söyledi. Daha önce çalışan iki kızın karşı kafenin çalışanlarıyla depolarda yiyiştiğini, o olaydan sonra dükkanın adının kötüye çıktığını, patronu kapatmamaya zor ikna ettiklerini falan anlattı. Olaylar olaylar.
Patronu fazla sevdiğimi söyleyemem. Daha önce tiyatroculuk yapmış, senaryoları sahnelenmiş, kocası tarafından terk edilmiş yalnız ve güzel bir kadın. Çok sert, dominant ve erkeksi biri. Sesi de erkek sesi. Neden sevmediğime gelince. Sanırım benimle alakalı ön yargıları mevcut. Sessiz sakin duruşuma bakarak pek bir şeyden anlamayan, eline vur ekmeğini al, cahil cühela biri diye düşünüyor. Birlikte ayakkabı fabrikasına ayakkabı siparişi vermeye gittiğimiz gün "minimalist" kelimesini cümle içinde kullanmama şok üstüne şok oldu??? Bak bak neler de biliyormuşsun sen öyle ihihi falan yaptı. Üstüne bir de "karbon monoksit" dediğimde az daha düşüp bayılıyordu. Hayatım boyunca çok hakaret işittim, çok aşağılandım ama bunlar kadar koymamıştı bana. Acaba alnımda salak mı yazıyor? Tipim ebleh midir yoksa? Niye ya? Bundan kelli amacım kendimi ve bilgi seviyemi hanfendiye kanıtlamak olacak sanırım ve bu hiç istediğim bir şey değil. O kadar yorgunum ki şimdi kim ablanın alakasız bir sorusunu alıp ülkenin konjonktürel yapısının jeopolitik yapıya göre daha göreceli varsıllığına bağlayıp kafa karıştırıp sidik yarıştıracak? ( Laf kalabalığı yaparak az paça kurtarmadım ben, konuyu bilmek şart değil yardır gitsin )
Ticaret dünyası ile alakalı bomba gibi gerçekler öğreniyorum bu arada. Sihirbazların kendi aralarında sessiz bir anlaşma yapıp sihirleri nasıl yaptıklarını anlatmaması gibi, esnafta sırlarını müşteriden saklıyor ve bu sırlar yenir yutulur şeyler değil. Sadece bir örnek vereyim. Dün toptan alışveriş için gittiğimiz toptancılarda o bizim tanıdığımız tüm meşhur markalar vardı. İhraç fazlalarını etiketlerini kesip iç piyasaya veriyor bu markalar. Bazılarında çok ufak defolar var ki defo bile denmez. Bir kot pantolon sorduk, mağazada 750 liraya satılan bir marka toptan da 35 liraydı. Patron onu bile çok pahalı bulup almadı. Zaten satamayız. Müşterimiz ucuzcu. Bir püf noktası daha öğrendim. İmalat ve ihraç fazlası ürünler arasında korkunç bir kalite uçurumu var. Eğer bir şey alacaksanız kesinlikle imalat almayın. Dünyanın en kötü dikişleri, kumaşları, malzemeleri iç piyasaya verilecek imalat ürünlerde kullanılıyor. Halkı yiyorlar matmazel!
Çok yoğun ve yorucu bir iş bu. Eve geldiğimde en fazla bir saat ayakta kalabiliyorum. Sonra hangi araysa küt uyuyup kalmışım. Sonra sabah haydi gene koş koş. Bakalım en fazla ne kadar sıkıya gelebilecek emektar götüm.