Pazar, Aralık 15, 2013

Çok canım sıkılıyor kuş vuralım istersen

       


   Ankara yine sert bir kışla karşı karşıyaydı. Tepeleri, korulukları, yolları, evleri karlar alıp götürmüştü, satamadan da getiriyordu. Ankara'nın kışını kim alır ki? Sanki gökten çığ düşmüş, karın altında kalmıştık. Haliyle her kışa dendiği gibi, bu kışa da yüz yılın ennn enn sert kışı dendi. Yaşlılara geçmişte gördükleri benzer kışları kıyaslayıp, hikayeleştirme fırsatı doğdu. O gece saat gece yarısına yaklaştığı halde hiç birimiz uyumamıştık. Az önce kış hikayecisi bir teyzeyi daha savuşturmuş olduğumuzdan yorulmuş, sere serpe yatıyorduk. Gürül gürül yanan sobanın alevleri tavanda ışık oyunları yapıyor, annem de sobanın gözüne babamın sabah evden giderken tembihlediği çöçeği yerleştiriyordu. Çöçek, çiğ köftenin pişirileni denebilecek bir yemek. Kuru soğan, yeşil biber, bulgur gibi malzemeler etli veya etsiz yoğuruluyor bir tepsiye yayılıp fırında kızartılıyor. Çocukken çok tatlı gelirdi de büyüdükçe annemin çocukluğumun kışlarında yaptığı, pekmez helvası, arabaşı ve çöçek gibi yemeklerin aslında insanın boğazına doluşan, içini kurutan, apartma yemekler olduğuna karar verdim. Annem duymasın. Bu sırada dışarıda bir kaç kez silah patladı ve hepimiz aklımızdan geçen bin türlü senaryoyla dışarı fırladık. Karanlık, boyumca karla kaplı, kömürlüğe ve tuvalete gitmek için yollar açtığımız bahçemizin ortasında babam ve bir kaç adam daire şeklinde toplanmış ortadaki bir şeye bakıyorlardı. Korkmuş ama mutluydular. Hatta babama abartılı bir teveccüh gösteriliyordu. Babam bizi görünce, eliyle sert bir içeri girin işareti yaptı. Annem, babamın bakışları da dahil bütün tepkilerine karşılık daima geri çekilir. Babamın bizi kendine yaklaştıran tek bir vücut hareketi yoktur. Bakışı, elleri, ayakları, öksürüğü hep gidin der, gidin.
  Annem ve diğerleri eve dönerken ben, yerdeki şeyin ne olduğunu merak ettiğim için bir kaç adımda aralarında bittim. Bembeyaz kar kana bulanmıştı ve kanların ortasında kocaman, tüylü bir köpek yatıyordu. Babam beni gördüğü halde ses etmedi. "Eti yinmez, postu para itmez atalım gitsin, başımız derde girer belediyeyle" dedi biri. "Niye eti yenmesin n'olur ki la" diyeni hemencecik susturdular. Öteki, hayvanın buralara kadar gelmekle salaklık ettiğini ama demek ki baya aç olduğunu ekledi. Kış o kadar çetindi ki kurtlar burnumuzun dibine inmişti. Kurtlar? Yerde yatan kurttu. Doğal olarak ilk defa kurt gördüğüm için daha da yaklaşıp köpekten farkını bulmaya çalıştım. Tek farkı yoğun, alacalı tüyleri ve biraz daha iri olmasıydı. Eğilip yüzünü görmek istedim. Ağzının ve gözlerinin hareketlerine bakılırsa hala can vermemişti. Az sonra da gözlerindeki kıpırdanmalar, ışıklar ve manalar kayboldu. Sonra da bedeni. Bacaklarından tutup sürükleyerek götürdüler. Nereye götürdüler bilmiyorum. Onu babam vurmuş.



                                                            bu ara flört dinliyorum
  
          Üzülmüştüm ama bu babamla ava gitmeme engel olamadı. Sonbaharda başlayıp kışın öldürücü soğuklarına kadar babam mahalleden bir kaç kafadarla ve abimlerle ava giderdi. Bazen sırtına bağladığı kocaman kanlı, kirli bir çuvalla gelir, çuvalı karın üstüne dökerdi. Yüzlerce, sığırcık, serçe, güvercin. Oturup sayardık, 15, 35, 57, 93. Sonra da birazını komşulara dağıtır, temizler, günler boyunca küçük küçük kuşlar yerdik. Çöçekten daha çok sevdiğimiz kesindi. Tavşan eti hariç. Türcü midemiz; ponçik, tontiş, hoppidik tavşanı yemeye katiyyen razı olmadı. Babam biz 3 kızına da avlanmayı öğretti. O kim bilir belkide eser miktarda avrupa görmüş biri olduğundan kızlarını o kadar sıkmak istemiyordu. Saçımı salıp, süslenip düğüne derneğe giderken görünce maşallah benim türkan şoray kızıma diye seviyordu. Ama özellikle amcam ve kahvedeki erkeklerin evde dururlarsa eve erkek alırlar, sokağa çıkartırsan peşlerine erkek takarlar, her halükarda bir erkeklik canları var gazına çabucacık gelip o mili gramlık avrupalı baba huyunu da kaybediyor bizi hemen, acilen baş göz edesi geliyordu. Ah o amcam ah. Alzaymır olduğun için üzülmeli miyim? Bence hayır. Tuhaf ki babam üç cümlede çabucak aleyhimize gaza gelen bir adam olmasına rağmen, avlanmaya götürmekten "kızlarını ayılar siker" bile deseler caymadı, caydıramadılar. Özellikle sonbahar aylarında, kırıkkale'den yozgat'a geniş bir kırsal alanda avlandırdı da avlandırdı. İstemeye istemeye, zorla cürümle. Sonbahar hem dağların en şahane meyvesi alıçın mevsimiydi, gitmişken ondan da topluyorduk. Hem de piknikçiler ve yaylacılar nihayet evlerine dönmüş olduğu için onları vurma riskimiz azalıyordu.

          Av tüfeği, ateşleyince mermisindeki saçma parçaları çok geniş alanlara saçılan, bu sayede aynı anda onlarca kuşu indiren bir silah olduğu için tehlikelidir. Çoluğun çocuğun eline tutuşturmak hatadır ama babamın hayatta en çok istediği şeylerden biri kızlarını avcı olarak görmek olduğundan bu konuda kimseyi dinlemedi. Annem arkamızdan kaç ağıt yaktı, her tarafımıza bizi koruması için muskalar iğneledi. İçlerinde öğrenmeyi en istemeyen bendim. Çünkü hala kurdun gözlerindeki ışığı unutmamıştım. Ne zaman babam tüfeği komutan tonlamasıyla gez-göz-arpacık diyerek gözüme yaslıyor, gezin öte yanından kurdun ne renk olduğunu hatırlayamadığım sulu, elveda der gibi bakan gözleri beliriyordu. Ama maalesef babamın istediğini yapmak zorundaydım. Başka bir seçeneğimiz olmadığına inanmaya alışmıştık. Acıma duygumu yok etmesi için çocukluğumda gözerle tuzak kurup öldürdüğüm kuşları düşündüm. Zaten onları başka bir aletle yine  öldürüyordum ki, şimdi öldürme aletim tüfek diye mi mızmızlanıyordum? Hem bu tüfeğin mermisini de evde kendim imal etmedim mi? Ne yaptığımı sanıyordum çöçek mi? İlk ateşlemenin insanı "sağır oldum işte, kendimi vurdum işte, birini vurdum işte" endişelerine sürükleyen etkisi geçtikten sonra ikinci atış daha kolay atlatılıyor. Sonra ise kendinizi bu bağımlılık yapan öldürme zevkinin kollarına atıyorsunuz. Sazlıkların içine ateş edip vurduğunuz hayvanları toplamak, saymak, büyüklüklerine bakmak garip bir zevk veriyor insana. Bilinçsizce kendinizle ve öteki avcılarla rekabet etmeye başlıyorsunuz. Buradan savaşlara dair bir ders çıkarmak gerekir mi emin değilim. Bence hiç üstünde durmadan uzaklaşsak daha iyi olur. Babam da uzaklaştı keza. Ne zamanki bizi de bu avlanma tutkusuna katıp sürüklemeye başladı vurduğu hayvanlar birer birer ziyaretine gelmeye başladılar. Geceleri, sıcak yatağında uyurken ve elbette silahsızken başına çöreklendiler. Nefesi genzine tıkanıp kendini evin koridorlarına atıyor, boğulmaktan kurtulmaya çalışırken bildiği tüm duaları okuyordu. Tövbe istiğfar çekiyordu sürekli. Bize uzun zaman bu durumu basit bir nefes sıkışması diye açıkladıysa da "av eti yemeyeli aylar oldu" sesleri yükselmeye başlayınca avlanmaya tövbe ettiğini söyledi. Gerisini annem detaylandırdı. Güvercinlerin, serçelerin ve sığırcıkların babamı önlerine katıp çığlıklar atarak kovaladıklarını. Tavşanların babamın kafasını bir havuç gibi katur kutur kemirdiğini. Babamı düz ovada avlayan keklikleri. Ben en çok kurdun babama nasıl bir sürpriz hazırladığını merak ettim. Ama anlattıklarını hatırlamıyorum.

Sıkı can iyidir, kuş vurmayalım istersen


not: blog yazmayı teşvik için bir kaç arkadaşım #blogfırtınası diye bir eylem başlatmış. çok güzel yazılar okudum sayesinde. bakın bence

Salı, Eylül 17, 2013

Ekmek

          





  Zenginliğini anlatmak görgüsüzlük, yoksulluğunu anlatmak ajitasyon yani deniyor ki sus! hakkında hiç bir şey bilmek istemiyoruz. Yek ya? Bana göre insan bulunduğu hali tüm gerçekliği ile anlatmak istediğinde anlatabilmeli. Elalemin memnuniyeti için kırılıp bükülmek samimiyetsizlik. Misal biz sokak köpekleri gibi yoksulluk çektik ama ben bunu anlattığımda meeh acındırıyo denebilir. Mümkün. Yalnız şu var ki yoksulluğu ben yaratmadım ve bütün o açlık zamanlarının zanlısı ben değilim. Her birimiz başka bir tarafa dağılmış düştüğümüz hayatı bitirmeye çalışıyoruz. Ama zengin ama fakir ama güzel ama çirkin. Anlatmaya gelince başkasının hayatını anlatacak değiliz, dizi çekmiyoruz burda. Hayır sinirlenmedim.

   O sene her seneden daha leşlikte fukaralığa düştüğümüzü sanıyorum. Annemin bir sedir üstünde oturup tespihle yüzbinlerce “her gününe şükür yareppiiim” çekmesinden, karnı guruldadıkça tespihe daha bir hırsla asılmasından belliydi. İnancına göre parça pinçik olsa da, acından geberse de daima büyük bir teslimiyet içinde şükretmesi icap ediyordu. En ufak bir şikayet kırıntısında - ki düşünsel olarak bile- rabbi onu bugününden de beter ederdi. Şükrün mükafatı büyüktü. Öte dünya her şeydi. En basit ihtiyaçları bile öte dünyaya ertelemenin bünyeyi çok zorlamasından olacak tespih taneleri miktarınca da göz yaşı döküyordu. Sabrın, bağlılığın, iradenin ve affetmenin temsilciği anneme verilmiş gibiydi. Sofraya her akşam ama her akşam istisnasız salçasız bulgur pilavı koyuyor, bulguru da genelde halam Makbule’den ödünç alıyordu. Konuya komşuya türlü "ödünç"ler borçlanmıştık. Allahtan ödünçten haciz gelmiyordu. Kaşıkla yemeyelim, zaten eser miktarda olan yemeği üçer kaşıkta yutmayalım diye de yer sinisine yaydığı kuru yufkaların üstüne döküyordu pilavı. Islanmış ekmeği pilavıyla yola yola yemek hiç de kötü sayılmaz bu arada. Haşin bir beslenme biçimi.  
 Gündüz okuldan gelip “anneaa ebbeek” diye 5 ağızdan çınladığımızda ekmeğin arasına margarin sürüp üstüne küp şeker serpiyordu.  Bir köşeye birikip tıpkı at sürüsü gibi katur kutur sesler çıkararak küp şekerli dürümleri götürüyorduk. Hiç konuşmazdık yerken. Bu da fena bir menü değildi. Sabah kahvaltısında da bu ekmeklerin kırıntısını yağda kavuruyor ( namı diğer omaç) üstüne günde bir yumurta vererek anneme daha çok, çok şükür yareppim çektiren tek tavuğu sarıfışkı'nın yumurtasını kırıyordu. Ona fışkı demesinin sebebi komşu kümeslere, çatılara, alakalı alakasız her yere yumurta bırakıp bir kere bile annemin hazırladığı yere bırakmamasındandı. Arsız, isyankar sürtüğün tekiydi. Kadının, bahar ayından beri zor bela yetiştirdiği diğer tüm tavuklarına kıran girmiş, ölmüşlerdi. Belki içlerinden sarıfışkı'nın tersine oturmasını kalkmasını bilen hanım hanımcık tavuklar çıkacaktı. Kısmet olmadı. Velhasıl işimiz gücümüz ekmek yemekti.  Ölümüne ekmek,  çıldırasıya ekmek, tokmalayasıya ekmek. 

Annemin demesine göre aslında zengindik biz. Paralarımız hep bankada duruyordu. Dükkanlarımız falan vardı. Hatta Mersin diye bir yerde yazlığımız bile vardı. Sonra adını hatırlamadığım başka bir yerde daha. Çok acayip zengindik. Okula gittiğimde herkese semtin en ama eeen zengini olduğumuzu söylüyordum. Buna inancım tamdı.  Böyle söyleyince benden korkuyorlar ve arkadaş oluyorlardı. Zenginliğin hükmedici, ateş böceklerini toplayan sokak lambası gibi çekici bir etkisi var. Fakirliğin ise tiksindirici, çil yavrusu gibi dağıtıcı.

  Mahallede neredeyse herkesin yoksul olması, yoksul olduğumuzu fark etmemizi engelliyordu. En iyi durumda olanın en fazla Şahin arabası ve bulaşık makinası vardı işte. İyi durumdakilerin evlerine makinalarını seyretmeye giderdik  ( MAKİNA SEYRETMEYE GİTMEK) Bulaşık makinası çok acayipti. Tabakları içinde çalkalayıp durduğu halde neden şıngırtı gelmediğini, kırmadan nasıl geri verdiğini yoğun beyin fırtınalarına, çeşitli iştişarelere rağmen çözemedik. Görmemişler demesin, şımarmasın diye ev sahibine de soramadık,  içimize oturdu. Çamaşır makinası daha beterdi. Sıkarken çıkardığı sese bakılırsa her an patlayıp binayı yerle bir edebilirdi. Bu şeyi eve sokanın şuncacık aklı yok. Zaten temiz de yıkamıyor, yıkarız elimizde misler gibi.  Benzer nedenden düdüklü tencereye de alışmak hiç kolay olmadı. Bu tencerede yemek pişerken eve girmek her babayiğidin harcı değil. Girip düdüğünü indirebilen o yürekli çocuklara selam olsun. Bunların dışında yoksulluğumuzu yüzümüze vuran,  bak onlarda şu var bizde yok diyebileceğimiz fazla örnek olmadı. Her ev de hemen hemen aynı kokan yemekler pişiyor, aynı pazarın atleti, aynı mefruşatçının çarşafı iplere geriliyordu. Kapıların önünde yığılı ayakkabıların hepsi aynı dükkanın rafından inmişti. Terliklerse hurdacı Abidin’in hurda karşılığı bin bir nazla abla valla kurtarmazlarla verdiği, tokaları sudan paslanmış tokya terliklerdi. Genelde bütün hurdalarımızı bir kırmızı hamam tası anca kurtarıyordu.  Gayri safi milli hasılanın açıkladığı 4 kişilik mutfak masrafını borsayla ilgili bir şey sanan insanlardan söz ediyorum. Rakam yükseldikçe memleket iyiye gidiye aman dolar yükselmesinde.. diyen insanlar. Gayri Safi adlı herif o 4 kişinin kim olduğunu hiç açıklamadı yalnız. 

     Fakirlik güzellenecek kadar matah bir şey değil anladık. Bienal'da sergilenen bir çalışma olmadığı müddetçe hiç kimse ortasında damdan damlayan suların biriktiği leğen olan evi dekoratif bulmaz. Ama durumumuzu kabullenmemiz hepimizin iyiliği için. Aksi takdirde geceleri beyaz türkleri yemeye çıkan, plazalarda kravatlı avlayan yamyamlara dönüşürdük. Çok kabullenebildiğimiz de söylenemez. Borçla harçla alamancı akrabalarının gönderdiği üstle başla orta sınıfların arasına karıştık, zenginleri koklamak hiç olmazsa uzaktan nasıl yaşadıklarını seyretmek istedik. Çok aşırı fakirler müstesna. Çünkü onlar seyretme yerlerine bile gidemeyecek kadar fakirdi. Aşırı fakir bir kız vardı ismi Hatice. Hem albino hem de aşırı fakir  olduğu için kimse onunla oynamıyordu.  Temizlik parası toplanacağı vakit öğretmen onu “Hatice sen getirmiyorsun” diye teğet geçiyor bu sayede diğer çocukların onu mimlemesini sağlıyordu.  Hatice getirmiyordu. Getirmedikçe damgalanıyor, ayrıştırılıyor, işaretleniyordu. Bu benim için de bir işaretti. Ne olursa olsun o para gelmeliydi! Gerekirse tarlaya tapana gidilecek, humar oynanacak, çalınacak çırpılacak getirilecek. Hiç kimse evde ekmek arası küp şeker, ekmek üstü pilav yediğimizi öğrenmemeli. Tek bir kişi bile okul çantamın kırk çocuğun sırtından geçip bana ulaştığını, yamalarla ayakta durduğunu, yırtıklarında tarih öncesine ait böcek fosilleri bulduğumu, odunumuz olmadığı için saman ve tezek yaktığımızı, annemin açlıktan tespih çektiğini daha bir çok küçük sırrımızı bilmemeliydi. Bir çocuk için erken sayılabilecek yaşta bir hayli onur meselesi yapmıştım. Servet sahibiydim. Hayatta bir insanın başına gelebilecek en utanç verici olay temizlik parası getirememek.  Hatice’nin safına geçmek, öğretmenin bana dönüp “sen getirme” cümlesini kurması.. Bunlar altından kalkılacak, yenilip yutulacak çileler değil.

       Bir sabah korktuğum oldu. Akşam  anneme babamdan 10 lira alması için defalarca tembihlediğim halde, annem parayı alamamıştı. Çünkü babam eve gelmemişti. Kim bilir hangi kadının koynunda sabahlamış, hangi duvar dibinde sızıp kalmıştı göbel. Acaba gelse verecek miydi? Yoksa bir 10 lira için sıra dayağı mı yiyecektik bunlar hep gizem olarak kaldı. İyi ki. Yıkılmayı kapı eşiğine çömerek tıpkı annem gibi sessizce yaşamak istediysem de kudurmayı durduramadım. Babama çekmişim. Hem yıkıldım hem kudurdum. Yerlerde tepiniyor, elime geçirdiğimi sağa sola atıyor, üstümü başımı yırtmaya çalışıyordum. İşte aşırı küp şeker yemenin sonuçları. Annem ne yapacağını bilemeden öylece duruyordu. Ağlamış gibiydi. Belki de az önce soğan doğramıştır nebliyim (soğanımız boldu, her gününe şükür yareppiim ) Buğulu gözlere bazen fazla anlam yüklüyoruz.  “Okula gitmeyeceğim artık. Temizlik parası veremedikten sonra ne anlamı var okumanın” dedim.  Annem bunu duymadı. Çünkü hemen az önce “git anam git her şeyden yıldım” demiş çekmiş gitmişti. Annem ilk defa bir şeyden yılmıştı??? Sabır? Şükür? Meeeh! O gidince kendime baktım. Güzel dağıtmıştım ama. Öfkeden kafamdaki martı kurdeleyi yemişim. Çorabımın teki de ortada yoktu. Sonra onu 3 sokak aşağıda buldum.
Annem bir saat sonra geldi. Annem, parayı parmaklarının arasında kendine has bir şekilde tutar. Öyle bir tutuştur ki elinde kaç para olduğunu parmağının boğumundan anlarsın. Tam tamına 10 lira tutuyordu. “Al şunu al da okuluna git, karaltın kaybolsun giit!” diye bacaklarımın arasına hışımla fırlattı. Onurumu şerefimi kurtaran, beni götürmeyenlerden eylemeyen bu iyiliğini hiç unutmadım. Ertesi günden sonra uzun süre omaçı yumurtasız yedik ama olsun. Paçayı kurtarmıştım ya. Teşekkürler sarıfışkı. Işıklar içinde uyu   


                                                               (bu yazının bi ana fikri yok, öylemesine)


Çarşamba, Ağustos 21, 2013

Ses çıkarmayı sizden öğrenecek değiliz!


Liberation ana sayfa

     Mısır'da darbe olduğu sırada iletişim yollarını geçtim patika yolların bile kapalı olduğu bir dağda yere uzanmış kargalara bakıyordum. Kargalar kara tenli ve çirkin sesliler diye haklarında hiç şiir yazan olmamış. Bütün şiirleri martılara vermişler. Birazını da bülbüllere. Buna acayip bozulmuş hiç hesapta yokken karga sever olmuştum. Kenan Evren ve Mısır isimlerinin durup dururken aynı cümleye düştüğü yoğun erkek bir ortamda, köy bakkalında duydum darbeyi. Oraların Evren'i de Sisi'ymiş. O nasıl isim yahu, asker olmadan evvel pavyon şarkıcısı mıymış? dedim. İçimden. Sonra da Dünya'nın her hangi bir yerinde olsa vereceğim tepkinin aynısını verdim "yıl olmuş bilmem kaç hala darbe ile halka hükmetmeye çalışanlar var, apoletine sıçtıklarım" diye lafımı koydum ekmeğimi aldım çıktım. Meğer o sırada memleketin ölü sevici kesimi bu tepkiyi samimi bulmuyor, Türkiye'nin başbakanını eleştirme cüreti gösteren herkesi Mısır'daki veya herhangi bir "müslüman" ülkesindeki darbeyi desteklemiş sayıyormuş. Nasıl bir bağlantı kabiliyeti bu böyle hey maşallah. Gün geçtikçe palazlanıp, Gezi eylemlerine destek olanları tabiri caizse Mısır darbesini yapmakla suçlayacak kadar vermişler coşkunun gözüne. Kim tutar tosunlarımı? Kimse tabikine de

        Ölü sevici kesimin Mısır'da yapılan darbeyi buldumcuk olmuş gibi telaşla Gezi eylemlerine bağlamalarını ve eylemcileri öldürülen insanlar için seviniyormuş gibi gösterme çabalarını bir iki sebebe bağlıyorum. Biri; Gezi eylemlerinde işledikleri suçları ( 5 cinayet, 10 kör, bir berkin, bir lobna, binlerce yaralı, şiddet gören, taciz edilen, gözaltına alınan, gazla ciğerleri deşilen insan ve dahası ) Mısır'daki ölümleri öne sürerek hasır altı etmek istemeleri. "Elalemin ne çok ölüsü var ama siz 3-5 ölülük halinizden şikayet ediyorsunuz!" gibi bir çıkışma da var içinde, paylaştıkları "gülümseyen şehit" fotograflarından da anlaşılacağı gibi  "Müslümanlar gülümseyerek şehit olur ötekiler sıçarak" gövde gösterisi de. Fetiş üstüne fetiş. Kutsama üstüne kutsama.

     Asker cenazesi gelmedikçe muhalefet yapamayanlar gibi   bazı kişiler için Mısır'da insanların katledilmesi her zaman kötü değil. Ne yazık ki düşen her kanlı görüntü "tüm dünya, müslümanları öldürmek istiyor" argümanları için yeni kaynak akışı demek. Ve ne yazık ki öldürenin de öldürülenin de müslüman olduğu Ortadoğu'nun bereketli toprakları arkadaşlara kaynak sıkıntısı çektirmiyor.  Daha haklı görünmek için daha büyük suçlara ihtiyaçları var, daha büyük suçlamalar için de ellerinde daha büyük rakamlar olmalı. Bu yüzden okuduğum Mısır katliamı haberlerinde medyanın yandaşlığına paralel olarak Mısır'da öldürülen insan sayısı da artıyordu. Galiba "Evet en çok sizden ölmüş o zaman siz ne deseniz haklısınız" denmesini istiyorlar. Bence korkunç bir hesap. Sizden/bizden durumuna gelinmesi de korkunç. Sanki gladyatör arenası, sanki halı saha maçı mübarek.
 İşte ikincisi de bir mağdur hastalığı olan bu rövanş kafası. Gezi eylemlerinde Taksim'e alternatif günde kırk miting yapmaları hayatı müsabaka kafasında yaşadıklarının ispatıydı. En kalabalık, en haklı ve en güçlü biziz! Panzeri, toması, copu, biber gazı, polisi, karakolu, sopalı adamı ile ortalara dökülse dedem de güçlü olurdu. Rahmetli. Yine de güçlü bir adamdı.  Bütün o ulaşım araçlarının sabaha kadar beleşe çalıştırıldığı mitinglere, sosyal medyada fink atan iktidar sevici botlara, kuytularda çocuk kıstırıp döverek öldürmelere rağmen hırslarını alamamış olmalılar ki hala Gezi'yi konuşuyor, Gezi destekçilerine en iyi lafı sokabilmek adına sabah akşam medya medya götü başı dağıtıyorlar. Mısır, 49. Huzursuz Türkiye İdeoloji Turnuvalarına hızır gibi yetişti.  Bu bahaneyle yardırdıkça yardırıyor, afilli duyarlılık lafları parçalayıp birbirlerini alkışlayıp helaaal çekiyorlar.Ya ölümler? Bırak şimdi ölümü, kupa bizim. Geziciler gaybetti eheh.

Dünya hep susuyor çığırtkanlarının hangi medya'yı takip ettiği belli değil mi?
  
  Kim neye isyan etse "28 şubatta neredeydiniz"e çarpıyor, 5 yaşında bile olsa. O zaman sen de cevap ver, hadi insaflıyım o kadar geriden sormayacağım Mısır'a höyküren sen Reyhanlı'da veya Roboski'de neredeydin kardeş? Var mısın böyle böyle "büyük patlamada neredeydin"e kadar gidek mi? 

        Uludere'de, Afyon'da, Reyhanlı'da, Gezi'de kendi yaşadığı ülkenin insanının neden öldürüldüğünü sorgulamayan, ne kadar dil dökersen dök vardığı sonuç daima "evinde otursalardı ölmezlerdi" "ne arıyorlarmış dağ başlarında?" olan insanların duyarlılığı artık inandırıcı gelmiyor. Ne diyelim Mısır halkı evinde otursaydı ölmezdi mi diyelim? Gezi eylemlerine katılan ve ölen insanların hadi anladığınız damardan tutalım müslüman olmadığını nasıl öğrendiniz de ohh iyi olmuş çektiniz? Ha nasıl da unuttum; para karşılığı sokağa çıkmış ayyaştı, ateistti, aleviydi onlar değil mi? Ölümlerine üzülmemek için yeterince neden var. Hem Berkin'in de cebinden atom bombası çıktı. Sırf olur ya gaflete düşüp bunlara üzülenlerimiz olur aman düşüncesiyle eylemcilerin yaptığı her dini ritüele ve jeste çamur attınız. Namaz kıldılar "güya namaz kıldılar" dediniz. Kandil simidi dağıtıldı "oo bu gidişle müslüman olur bunlar" dediniz. Ramazan'da yeryüzü sofraları kuruldu iftardan önce su içen adamın fotografını dolandırıp "oruç tutmayanın o sofrada işi ne" yazdınız. Hoşgörü desen sizde, kimin müslüman kimin olmadığını bilen fosforlu kedi gözü desen sizde, ibadetleri onaydan geçiren memur sizsiniz. Siz ne zaman bu kadar oldunuz?

aleviler  kendilerini mi öldürtmüş noolmuş?


Müslümanlar ölürken susan bla bla bla...

       İş bu cümle muhataplarımızın kimler olduğunun özeti. Öyle bir cümle ki başka hiç bir laf, makale, söyleşi okumaya lüzum yok. Adamlar ve kadınlar diyor ki; müslümanlar ölmediği müddetçe tıpkı bizim hep yaptığımız gibi susmakta serbestsiniz. Biz insana bizimle tıpkısının aynısının aynısı olduğu ölçekte değer veririz, ölene üzülmeden evvel bir bakarız kimlik hanesinde islam yazıyor mu, yazıyorsa allafakbaaaar wuhuuu!  Belki itham ettiğin adam bir ateist ve seninle beraber sırf öldürülen bir insan diye katliamların hesabını soracak ama daha başta ölenin müslümanlığını vurgulayarak müslüman olmayanları ötekileştiriyor, destekten soğutuyorsun.  Ezelden beri; cami yerine cem evine gidiyorlar aslında müslümanlar ama sapıtmışlar diye aleviliği yok sayıp küçük bir Ali sevme meselesine indirgemiş, yahudiliği, ermeniliği, ırkları hafızalara küfür diye kazımış, ibadethanelerini kapatmış, misyonerliği senelerce trt den "merdiven altında insan kesiyorlar" gibi anlatıp nefret aşılamış vs yani başkalarının inandıklarını küçümsemekle, değiştirmeye çalışmakla övünmüş bir inancın neferisin, empatiye de sempatiye de yer bırakmamışsın daha kimden ne desteği bekliyorsun? İnsanda konuşacak dil mi bıraktın? Bütün bu ötekileştirmeye rağmen inancına ve ırkına etmediğini bırakmadığın birinden destek görürsen de çerçeveleyip as duvara. Lütuftur sana.

kafadan ermeni, yunan, rus hepsi comolokko
hem zaten bu işte de parmakları var, var biliyoz eminiz..
 
        Penguenci medyanın bize sunduğu görüntüler ölçüsünde Mısır'da öldürülenler için üzülmemek nasıl mümkün olabilir? 17 yaşındaki Esma'nın öldürülmesi bile orada kimin zalim olduğunu anlamaya yeter. Kafası yarılıp beyni dışarı akmış insanları görünce"ay ne hoooş.." diyecek biri takdir edersiniz ki sağlam psikopattır. Yaşam hakkına inananlar için dinlere ve ırk üstünlüğüne inananların tersine ölenin kimlerden olduğu önemsizdir. Bir insan, bir kedi veya üç beş ağaç olabilir. Kaldırım taşlarının, canım canım seramiklerin ise canlı olmadığını bilir. Eline savaş makinelerini geçiren bir takım adamlar, o makineleri alması için devletine vergi vermiş halkı öldürüyor. Seni veya sevdiklerini öldürecek kurşunu aslında sen almışsın. Bundan büyük acı yok. Buna susulmaz. İddia edilenin aksine susulmadı da.  Bütün o düşmanca tavırlara, mimlenmelere, iftiralara, mütemadiyen hedef gösterilmeye rağmen insanlar Mısır için de susmadılar. Mısır, bu kendine cengaverlerin ikiyüzlü duyarlılıklarını sergileyip, ötekilere biz aşırı çok hümanistiz baaak cakası attıkları bir sahnenin ötesinde olmalıydı. Bu kadar ucuz değil. Ama maalesef arkadaşların arzuladığı ses çıkarılması değil, susulmaya devam edilmesi. Bu lazım onlara. Öteki türlü ikilemde kalır, suçlama materyallerinden olurlar. Mağduriyet hikayelerindeki şer odaklar, dış güçler, ayyaşlar, dinsizler, islamofobikler eksik kalır. O güzelim sır kapıları, kalp gözleri, alınacak ibretler heder olur gider.  Gezi destekçilerini Mısır için bir şey yazmamakla suçlayıp yazana da sen yazma ayı tavrı sergilemelerinden belli niyetleri.Yani maksat üzüm yemek değil bağcı dövmek. Gezi eylemcisi avlamak. 



 
       Arkadaşım! Eğer ben mısır için ses çıkaracaksam sen benden istedin diye çıkarmam bunu o ikircikli, neo osmanlı kafana iyi sok. Konuşacaksam da başka ülkelerin acısından kendi ülkende siyasi rant elde etmeye çalıştığın ortamlardan uzak, serin yerler seçerim. Duyarlılığıma gölgen düşmesin. Senin benim sesimi kabul edip etmemen, samimi bulup bulmaman, yuvarlarsak davranışlarım hakkında ne düşündüğün pek umurumda değil. Gezi için daha fazla isyan ettik elbet, yine olursa yine edeceğiz çünkü kendi yaşadığım topraklardaki otoriteyle sorunum var. Kendi ülkemin demokrasi anlayışı ile başım dertte. Kendi ülkemde kendi ağacımın yaşam hakkı için slogan atacak kadar bile demokrasim yok. Uzaklardaki ülkelerin sorunlarını benimle aynı dine inanıyorlar diye kendime tasa edecek lükse henüz sahip değilim. Görmezden de gelmem belki ama orası benim bileceğim iş. Var sen kafana yatan yanlışın isyanını et. Ama başkalarının seninle aynı duygusal hassasiyetleri taşımasını bekleme. Babanın uşağı yok.

Pazar, Ağustos 11, 2013

Emeğimi satın alabilirsin ama ruhumu asl... neyse kesin konuşmayayım ne olur ne olmaz



  Aha bu işte de tutunamadım buyur! Ömrümün yarısını "iş bakıyorum işte" diyerek, kalan yarısını işe girip işten ayrılarak geçirdim. Bu neye işaret? "yane şahsen olarak haksızlığa dayanmyrm :ss" diye sanki patronuna ve ağır iş şartlarına baş kaldırmış isyankarmış gibisince açıklamalar yapıp durumu süsleyebilirim ama yalan olur. İşin doğrusu GÖTÜM SIKIYA GELEMEDİ! Hizmet sektöründe göte sıkıntı yapmayan iş yoktur tahminimce. Yap, tut, al, ver gibi emir kiplerinin havada uçuştuğu bir atmosferde 10 saat bulunmak,  üç kuruş için beş öğün azar işitmek, imalı laflarla taciz edilmek, tahrik edilmek ama sabretmek, susmak, hazmetmek öyle her kafanın kaldıracağı işler değil. Ama milyonlarcamız "ekmek parası kazanmak kolay mı kardeş" teskinleriyle sabrettik, eşi dostu kendimize güldürmedik ama kimimiz, bazı tembeller türlü bahanelerle efenim yok annem hasta benden başka bakacak kimsesi yoklarla, yok bacağımda damar damar üstüne binmiş ameliyat olmam lazımlarla 6 ayı doldurdu doldurmadı işi bıraktık.

     Aslında ilk günlerdeki kendini kabul ettirme ve onları kabul edebilme sürecinin zorluğunu saymazsak işe alışmıştım. Her gün karşılaştığım farklı tipler zihnimin insan kaynaklarına güzel malzemeler veriyordu. İnsanlarla aramda her gün sıvalarını tazelediğim, yeni tuğlalar eklediğim güçlü bir duvar olmasına rağmen insan türleri biriktirmek pul biriktirmek gibi bir hobi bende. Pul da biriktirdim ama aynı tadı vermedi.
İlk günlerde işverenin işçiyi illa kendinden daha az bilen olarak görmesi hastalığından muzdarip patronum zamanla "homofobi" nin bile manasını bana soran (bknz minimalist diyen çalışana şaşıran patron ) 100 bin liralık banka hesabının kartını elime verecek kadar gereksiz bir güvene sardıran birine dönüştü. 50 küsur yaşına kadar hiç seveni olmamış mı bunun dedim bir kaç kere, yüksek sesle. Dükkanda beni her gördüğünde koşarak sarılıp, sırtıma dolu dolu pış pış pış oy pış pış yaparak "seni görünce müsterih oluyorum siminya" demesiydi bana böyle söylettiren. Hayatı boyunca darbe almış, kandırılmış insanlar güvensizlikten öyle berbat hale geliyorlar ki güven duymak için adeta dileniyor, küçük bir iyilik gördükleri yabancıyı en güvendiği insan olmakla ödüllendirebiliyorlar. Ben de öyleyim ben de...

     İşten ayrılmadan bir süre önce attı beni 4x4 arazi jipine, vurduk İstanbul yollarına. Buna esnaf dilinde "mal çekmeye gitmek" deniyor. İstanbul'a eminönü'nde balık yemek, adalarda faytona binmek, sultanahmet'te bir tur atmak için gideceğimi tahmin ederdim de "MAL ÇEKMEK" için gideceğimi ömrü billah akıl edemezdim. Mal çekmekte keşke ot manasında mal çekmek olsa, değil! Pılı pırtı, bez belek almaktı içerik. Yol boyunca benimle ilgili olumlu düşüncelerini, bana olan önlenemez güvenini anlattıkça şu naçiz bedenimi arabanın camından tarlalara savurmak geçti. Kendimle ilgili sanki yeteneksizsiniz sahnesinde acun'un insafına sığınmış dikililer gibi olumlu yada olumsuz puanlamalar dinlemek hoşuma gitmez, en çok da 7 liralık yemek parasını "elektrik faturası çok geliyor" diye kesen bir işverenden duymak. Cıks inandırıcı değil. İçinde "ben seni beğendiğimi bildiriyorum ee sen de bana daha iyi çalışırsın artık" hesabı olan çıkarcı sohbetler. Mesela biri  "sana güveniyorum" diyorsa içinde mutlaka "güvenimi boşa çıkarma haa" uyarısı barındırır. Piçliğine güvenlerini boşa çıkaracaksın bunların. Ya da belki de alt metin okuyucumu ara sıra kapatmalıyım.

      İstanbul'a varınca bir otele yerleşip beyazıt'ın, sirkeci'nin, eminönü'nün akla hayale gelmedik dipsiz kuyularına indik. Parolayla açılan kapılar gördük, sex shop malzemelerini hıyar gibi, patates gibi kiloyla satan kırmızı suratlı adamların yanından geçip girdiği dükkanı "ya dükkanıl alemil el kompile büsbütün haşhaş?" diye satın almaya yeltenen araplara sürtündük. Japonudur, arjantinlisidir, eskimosudur hep beraber oturup ince belli bardaklarda çay hüplettik, hepimiz aynı sütyenlerin kopçasını sağlam mı bunlar diye çekip çekip bıraktık. İşte aranan viyadı vorld viyadı çildrın viyadı hepimiz kardeşiz ortamları buydu! Toptancı esnafının kendine has dünyası beni çok etkilemek üzereydi ki büyük bir el arabası çeken hamalın arabasının demiri böğrümü deşti de kurtuldum. Acısı geçti ama morluğu hala duruyor. O arabayı nasıl çekiyordu o herif? Hayretlik olaylar.
Saatler boyunca yokuş aşşaa verep yukarı dolan ha dolan girmediğimiz afedersin bir logar delikleri kaldı. İstanbul'un ortasında devasa ve yapayalnız bir buda heykeli olduğunu da bu aşırı keşif heyecanımız sayesinde öğrendik.  Uzakdoğu'dan mistik parçalar getiren çok büyük bir işhanının merdiven boşluğunda boylu boyunca uzanmış, bir budistin gelip kendisine dua edeceği o güzel günü bekleyen garip heykel. Onu anladım. Yalnızlığını kutsadım. Bunu satıyor musunuz? diye sordum yakışıklı kürte. Alan olursa neden olmasın, amaç o zaten dedi. Ne güzel gülüyordu öyle.... Heykel değil kürt satıcı...

     Yolculuğumuz sonunda işi bırakmaya karar vermiştim. Ama tam anlamıyla bırakmam biraz zaman aldı. Hayır İstanbul güzeldi, esnaf kibardı, balık muazzamdı, kürtler çok güzel gülüyordu...ama patron.... Sanırım onca zenginliğe, onca güzelliğe rağmen neden yapayalnız olduğunun sırrını diğer çözen binlercesi gibi ben de çözmüştüm. İşveren ve arkadaşlık arasındaki ince sınırda debelenip duruyordu. Dost olmak istiyordu ama para hatır gönül işini pek sevmiyordu. Paraya dokunduğu an canavara dönüştüğünü gören kaçmıştı. Bir tepikte ben vurmak istemezdim ama hastalandığım gün "nerden çıkardın hastalığı! iş nolocak!! getti cirooo" demesinin yarattığı öfke baskın geldi.  Emeğimi satın alabilirsin ama ruhumu asla!! dedim çıktım gittim. Günlerce sonu ":(((" larla biten mesajlar attı, hiç bir erkekten görmediğim kadar çok geri dön tülaayy seranatı çekti bana. Acındırdı, damarım damarımın üstüne bindi nolur gel dedi. Dönmedim fakat küçük bir kapı araladım. Bundan sonra haftanın belli günlerinde, haftasonu olmamak kaydıyla, canımın da istemesi şartıyla çalışabileceğimi söyledim. Kabul etti. Sike sike edecekti. Şimdi kafam eserse gidip çalışıyorum. Bana karşı emir kipi kullanamıyor. Geçen de jipinin anahtarını verdi. Ha şöyleee.

Perşembe, Temmuz 18, 2013

Dağlara gel dağlara



    

     Bütün kalbimle ve imkanlarımla desteklediğim Gezi  eylemleri  1. ayını doldurmamıştı ki görüşlerimin belirgin biçimde solda kalmasına karşı yakınlarımdan gelmesini beklediğim tepkiler nihayet başladı. İmalı konuşmalar, sen kimin tarafındasınlar! bak bak bak bunları kimden öğreniyorsunlar! yok abi bu böyle olmazlar falanlar filanlar beynimi eritecek hale gelince aldım çantamı çıktım. Olmuyorsa zorlamayacaksın o zaman. Bin yılın felsefesi  bu.  Aç bak felsefe kitaplarına, efendim  insan hakları beyannamesine, cin ali’nin ilk sayısına falan ilk madde hep OLMUYORSA OLMUYORDUR dur. Zorlamayın durumları kapiş?

      Madem o halde biraz ortalardan kaybolayım, üzerimdeki "yoksa teröre mi oldu bu" şüpheleri dağılsın istiyordum. Beni rahatsız eden dinsiz veya terörist denmesinden ziyade bu şüphelere dayanarak yaşatılan yoğun mahalle baskısı. Fikirlerini dolandırmadan ifade edemediğin, doğrularını söylediğinde şiddet gördüğün, başkalarının doğrularını kabul ediyormuş gibi davranmak zorunda kaldığın çoğunluk zulmü. Yoksa etiketlerin insana verdiği ekstra bir yük yok.

  Böyle kaybolmalı artizlikler için bazı şartlar gerekir misal para gibi şeyler, yanında kalınacak cevvalinden bir arkadaş veya Amerikan filmlerindeki gibi atlayıp uzun yolculuklara çıkacağın külüstür de olsa bir araba. Düşünürken aylar önce patronumun Gemlik’in bir köyünde bir dağ evi olduğunu istersem anahtarını verebileceğini söylediği aklıma geldi. Fırsatçı kulaklarım saolsun, unutmamıştım.  Daha “abla senin bir ev vardı hani” der demez anahtarı mı istiyorsun bekle getireyim dedi bir koşu içeri girip bazı çekmeceler açtı, metal sesleri çıkardı aldı geldi. Akşam olmadan da kendimi Bursa otobüsünde muavinin dağıttığı dondurmayı kaşıklarken buldum. Daha önce ne gitmiş ne görmüştüm oraları. Adresi elimdeki buruşuk kağıtta yazan eve sağ salim varıp varamayacağımı, oralara vasıta olup olmadığını pek düşündüğümü söyleyemem. Eylemlerden habersiz kalma ihtimali rahatsız ediyordu sadece.  Kim bilir ülkem her sabah yeniden doğurduğu nice acılara ve güzelliklere gebeydi ama ben kendi problemimi kafamdan savuşturmak için bencil bir yolculuğa çıkmıştım.

   Bursa’ya inince Gemlik’e giden bir otobüs buldum ve bu yolculuğumun en zahmetsiz bölümüydü. Gemlik’e varınca Kumla’ya  giden başka bir otobüs buldum. Kumla’ya inince de Fıstıklı’ya giden başka bir otobüs. Fıstıklı’ya  inince de… Aralarda minibüs, taksi ve bir ata da binmiş olabilirim. Dağ evine vardığımda geceyarısı olmuştu.  Tahmin edebileceği gibi hayallerimin çok altında bir evdi. Ne bir ahşap verendası, ne de verendada sallanan sandalyesi vardı. Bildiğin betonarme lan bu! dedim. Kapının gıcırtılarla açılmaması son damlaydı. Bu kadar da olmaz ki ama! İçeri girip yere oturup az biraz seslice ağladım. Aslında tek sebebin kapı gıcırtısı olmadığını belli eden biçimde baya bağıra bağıra ağladım. Korku filmi gibi. Gece yarısı ormanın derinliklerinden gelen ağlayan kadın sesi…tısısısısısı. İlk bulduğum yumuşak yükseltiye kendimi atmıştım, uyumuşum. Neyse ki kanepeymiş.


    Sabah uyandığımda kendimi çok mutlu hissettim.  Dışardan gelen yoğun mu yoğun fıstık çamı kokusu ve kuş seslerinin mutlu etmeyeceği insanın alnını karışlarım. Dellendirmesin insanı! Ev köy evinden biraz daha hallice, yani örneğin mikro dalga fırını ve kahve makinası olan bir ev ama belki 100 yıldır içine insan girmemişçesine izbelik içinde. Toz, zibil, ölü böcek kuruları. Önce gidip etrafı keşfedeyim, yiyecek bir şeyler bulayım ne bileyim domuz mu avlarım geyik mi kafalarım sonra gelip köşe bucağı temizlerim dedim çıktım dışarı. Gecenin karanlığında dağ sandığım, o dağcılar o nasuh mahrukiler buralara nasıl çıkıyor helal ossun yiğitlerime diye içimden geçirdiğim yer meğer denize 500 metre uzaklıkta bir yermiş.  Etrafı da evlerle dolu.  O gördüğüm AVM mi yoksa lan! Hayır o kadar da diil saçmalama slk!

    Geyik avlamak sabah sabah aç karnına zor olacağından marketten peynirdir,  domatestir, çaydır bir şeyler alıp evime döndüm. Kendime misler gibi bir çay demledim, domatesin üstüne dolaptan bulduğum halis zeytin yağından gezdirdim,  belki de hemen şuradaki zeytin ağacının meyvesi olan zeytinleri sudan geçirdim.  Çam ağaçlarının yanısıra, zeytin, incir ve cevizin dallarını kırdığı orman bahçeme yer soframı serip göğe bakarak kahvaltı yaptım. Senelerdir bu şeylerin tadını alamıyormuşum meğer.  O sırada aklıma telefonumun çekip çekmediği geldi, beklediğim gibi çekmiyordu. Ne yalan söyleyeyim bu çok hoşuma gitti. Eğer ortadan kaybolmak istiyorsan ilk kural kimsenin sana ulaşamaması olmalı değil mi? Bir ölü gibi. Telefonumu sadece doğayı fotoğraflamak için kullandım. Ne müzik dinledim  ne de başka bir şey.

yeni başlayanlar için inek

    İlk gün sırt çantamı alıp ormanın içlerine doğru yolculuk yaptım.  Hafif ege/trakya aksanı ile konuşan köylülerden biri “içerlee doğru fazla gitme vaşşi domuzla saldırıu” dediyse de dinlemedim. Nitekim çoğunlukla saldırmadılar da. Kapkara  domuzun biri hırklaya hırklaya bana doğru koşunca altıma sıçtım ama çamaşır makinam vardı. Sıkıntı olmadı. Bir daha da o yana gitmedim zaten. Korktuğumdan değil ha hayvenceizleri  kendi mekanlarında rahatsız etmek istemedim. Sonraki gün ormanın en tepelerinde yaşadığı söylenen şelaleye kadar yürümeye karar verdim. Yılan gibi dolana dolana çıkan yol bitmek tükenmek bilmedi.Yarı yolda güneşin alnında bayılmak üzereyken lacivert bir mazda minibüs tarafından kurtarıldım. Bembeyaz saçları ve ay gibi yüzü olan şöför dayı köyündeki  bakkala ekmek ve sebze taşıyordu. Bana dağ başlarında bir başıma ne yapmaya dolandığımı vaşşi domuzların saldırabileceğini, evime dönmemi söyledi. Hakkımızı almadan eve dönmek yok! dedim. Anlamadı.
 Beni şelaleye 1 kilometre kala ormanın iyice iç içe girip, neredeyse yolları kapadığı bir yerde bıraktı. O gidince güneş gözlüğümü minibüsünde unuttuğumu farkettim. Şelale dönüşü almak üzere indim derelerine. Şelale de beklentimi karşılamadı. Köylüler  gezilecek nereler var soruma cevap olarak şelaleyi o kadar  övmüşlerdi ki beklentim niagara boyutuna gelmiş dayanmıştı. Bildiğin 10 metre yukardan su diğdiriyor! Buralar da yine hep arap turist doluydu. Ne gezdiniz arkadaş ne gezdiniz. Dönüşte gözlüğümü bulmak umuduyla, otostop çekerek mazda’lı dayının köyüne vardım. Kime sorduysam o köyde bırak öyle bir adamı öyle bir minibüs bile olmadığını, hele lacivert rengini hayatta sevmediklerini söylediler. Ağzı böyleydi, burnu şöyleydi, çenesinde ben vardı? ııh..Tanımıyok! Mesele gözlük davası olmaktan çıkıp gizemli bakkalcıyı bulma inadına dönüştü. Ama yeryüzünde bile yoktu öyle bir insanoğlu. Köyün bakkalı “buralağda dolanıb duma tanımıyom dedim saa” diye beni tersledi.  Hayır o kadar günahsız bir insan da değilim niye ak sakallı dede beni ölümden kurtarsındı ki? ( sonuçta mübarek akp ye karşı zındık, ayyaş, atayıs çapulcuların tarafındayım, en fazla zebani çıkmalı karşıma)  Gözlüğüm de satsan köyü kurtaracak bir şey değil ki gözlük için yapmadıkları numere kalmadı uyanıkların desem. Çakma bir şey.



   Kafamda ne varsa, derttir, kederdir, gözlüktür Gemlik’in dağlarına savurdum kısacası. İlk bir hafta evde yapayalnız, ürpererek,  ne işim var bu dağ başlarında  diye ağlayarak geçirdiğim olumsuz günler sonraki günlerde yerini sahilde ve köyde bulduğum arkadaşlarla goygoya bıraktı. İnsanlar güleryüzlü, mutlu ve kesinlikle çok şanslılar. Ama pek fazla yardımsever ve çalışkan gelmediler.  Bu kadar güzel bir doğada yaşadıkları halde maydanozu bile pazardan alıyorlardı. Çok kınadım. Minibüsteki  bir Karadenizli gördüğü boş arazilere “şuraya ne güzelde bi şeyler ekilir, boşa gidiyor hep topraklar” diye üzüldü durdu.  Sahil ve bitişiğinde kalan ormanlar çöpten  geçilmiyor. Kimsenin ayak basmadığı yer bulurum umuduyla son bir kez ormanın derinliklerine kadar gittimse de gene pet şişeye ve dürülüp bükülmüş boklu bebek bezine rastladım. Maceracı ruhumu işte tam oraya gömdüm.

Gidişimin haftasında da “berrak suyun içindeki çakıl taşlarına basan çıplak ayaklarım” konulu fotoğrafı çekerken  telefonumu denize düşürdüm. Daha fotograf çekmekte mümkün olmadı. Ötesi, anamın babamın bilimum tanıdığımın telefon numaraları da yitti gitti. Ara sıra arayıp iyiyim merak etmeyin diyordum o da bitti. 15 gün sonunda türlü böcekler tarafından ısırılmış, mantardan zehirlenmiş, aşırı yanmaktan esmerlerin esmeri arap bacıların arabı olmuş, mazda’lı dedeyi görmüş, taksitle zor bela aldığı telefonundan ve gözlüğünden olmuş şekilde ama lafta değil harbi harbi huzurlu olarak eve döndüm.   

at


Perşembe, Mart 21, 2013

Ticaret yapabilir miyim diye bi bakıyorum


     Uzuuun zamandır maruz kaldığım işsizlik belasına 15 gün önce noktayı koydum. Alışveriş yapmayı çok sevdiğim mağazanın vitrininde "bayan eleman aranıyor" yazdığını görünce içeri kafamı uzatıp "pardon, o aranan ben olamam mı?" diye sordum. O sırada bir köşede oturmuş çay içen 4 kadar kadın bana baktı ve aralardan bir kaçı  "olursun neden olmayasın" dedi. Hemen ayak üstü çalışma şartlarını konuşup eve döndüm. O kadar mutlu oldum ki artık nasıl bir çocukluk anısına tekabül ediyorsa canım fena halde muz çekti. Erotik bir geçmişi de olabilir tabi. O sevinçle manavdan aldığım muzun miktarında abartıya kaçtığımı  fark etmedim. 7 kilo almışım. Ossun yerik- ki yedik.

   Ertesi gün yüzümde kocaman buldumcuk gülümsemesiyle işe başladım. Mağazanın konseptinden bahsetmek gerekirse. İhraç fazlası her çeşit ürünün satıldığı bir dükkan. Spor ayakkabı da var, elektrik süpürgesi de. Parfüm de var, seks oyuncakları da. Bir milyon kalem ıvır zıvır. Bazıları Türkiye'de olmayan, Avrupa ve Uzakdoğu'da satılan iyi kalite markalar. Ben ilk başta satış elemanı diye alındım ama o heyecanla işe fazlaca asıldığım için bir haftada sivrildim ve mal alımından dükkanın anahtarını elime vermeye kadar her türlü tarihi anı yaşattılar. Anahtarı ele verme! Şimdilik toplamda 35 kilo gelen Aslı ve acayip yakışıklı bir o kadar da zampara Hasan adlı iki elemanla işi götürüyoruz.  Müşteri olmadığı zamanlar müzik açıp dükkandaki güneş gözlüklerini, perukları takıp dans ediyoruz. Gün içinde, yemek molasını saymazsak geçirdiğim en güzel 3 dakika bu oluyor. Kalan zamanda insanları bir şeyi almaya ikna etmek gerçekten çok zor. Müşteri denen şey tam bir bela. Seni bulacağım müşteri!! Bu işe girdiğimden beri başka dükkandan alışveriş yapamıyorum. Müşteri olmak fobi oldu bende. İşlerin zorluğundan dolayı sanırım yakında bir eleman daha alınacak ondan sonra gelsin daha uzun süreli kaytarma, gitsin allana kadar goygoy. 

    İlk hafta sorunsuz çalıştım. Zaten ilk haftam ürünlerin fiyatlarını öğrenmekle geçti. Bütün günümü 6 yaşındaki çocuklar gibi "bu ney? şu kaça? şey satıyor muyuz? kaç diyim?" sorularını öteki çalışanlara sormakla geçirdim. Hem ben kendimi aptal hissettim hem de onlar benim gerizekalı olduğumu düşünüp işe aldıklarına vah tuh ettiler. Satılan ürün çeşitliliği yüzünden dükkanın müşteri profili de çok karışık. Mesela bir gay çift var ve ben onlara içinden taşşak ve penisin çaprazlama geçtiği götünde delik olan bir şey sattım. Halk arasında tanga deniyor ama bence bilimsel bir giyecekti. Pavyonda çalıştığını anlatmayı özellikle tercih eden, çalışanlara "canımcım" diye hitap eden aşırı boyalı ve epeyce yaşlı bir kadın var, Nursel abla. Hiç bir şey satın almadığı gibi satın almaya meyilli müşterileri de yüksek sesle anlattığı pavyon hikayeleri ile kaçırıyor. Akp den de fena halde nefret ediyor. Son gelişinde müşterinin biriyle akp yüzünden kavga ettiler. Diğer müşteri bugün nefes almamızı bile Tayyip emmiye borçlu olduğumuzu, Atatürk'ten beri ülkenin böyle bir cevher görmediğini, elinden gelse ayağının altını öpeceğini söylüyordu. Nursel abla ona ayağının altını öpmek istediği için şerefsiz olduğunu söyledi. Nitekim bu şerefsiz lafından sonra film koptu. Kavgayı ayırana kadar götümüzden kan damladı. Patron dükkana haftada 2 gün uğradığı için böyle meseleleri çalışanlar kendileri halletmek zorundalar. Öyle bir düzen kurulmuş ki dükkan yansa patron gelmeden yeni dükkan yapacak kadar sistematik ve sinsi olmuş elemanlar. 

   İki defa tacizimsi olayla karşılaştım. Bir sabah 9 sıralarında şişman, yiril yiril at kokan 55 yaşlarında bir adam dükkana girip "ben gadın arıyom" dedi. Önce panikledim, tezgahın önündeki bölmede saklı duran biber gazını elimin içine sakladım. "Burada giyecek falan satılıyor beyefendi" dedim. "çok param var, balıkesirde yazlığım da var, dul da olur" dedi. "Vitrinde ki manken de olur mu?" dedim. Kocaman bir kahkaha attı. Neyse sen bana baksır ver de gideyim sonra gene gelirim dedi. Ba ba ba ba. Baksır verecek mişim. Yeni yavşak alanlara akma çabası. Baksırımız yok dedim, pek inanmadı ama uğraşmadı daha da, gadın araması gerekiyordu ve fazla vakti yoktu. gitti.

    Bir başka gün de polis olduğunu söyleyen bir adam geldi. Elinde bir çanta kaçak mal. Kaçakçılardan ele geçirdikleri malları sattığını, bu işi bir çok polisin yapmak zorunda olduğunu çünkü maaşların yetmediğini söyledi. Getirdiği ürünlerin hepsinin başından bir olay geçtiği o kadar belliydi ki. Korsajlar çamur olmuş, çoraplar saman, sütyenler koyun boku. Çabucak samimiyet kurmak için yapılan klişe erkek oyununa başvurup "ben seni daha önce gördüm, parkın orada oturuyorsun değil mi?" dedi. Doğal olarak önce anlamadım. Saygıda kusur etmekte istemiyorum "yoo göbek var ya bellona'nın önünde? ordan dönüyon 100 metr...." jeton sekizgen tabii, anca düştü. 
Sütyenlerden birini eline aldı bir memelerime bir sütyenin içine bakıp "bu sana olur, denesene bir kabine girip" dedi. Diğer elemanımız Hasan "biz malları toptancılardan alıyoruz teşekkürler buyrunuz" diye kapıyı gösterdi. Sonra da bana ayar çekti saolsun. Müşterilerle senli benli olmamamı, böyle yaparsam yavşamakta sınır tanımayıp menfaat amaçlı kullanacaklarını söyledi. Daha önce çalışan iki kızın karşı kafenin çalışanlarıyla depolarda yiyiştiğini, o olaydan sonra dükkanın adının kötüye çıktığını, patronu kapatmamaya zor ikna ettiklerini falan anlattı. Olaylar olaylar.

    Patronu fazla sevdiğimi söyleyemem. Daha önce tiyatroculuk yapmış, senaryoları sahnelenmiş, kocası tarafından terk edilmiş yalnız ve güzel bir kadın. Çok sert, dominant ve erkeksi biri. Sesi de erkek sesi. Neden sevmediğime gelince. Sanırım benimle alakalı ön yargıları mevcut. Sessiz sakin duruşuma bakarak pek bir şeyden anlamayan, eline vur ekmeğini al, cahil cühela biri diye düşünüyor. Birlikte ayakkabı fabrikasına ayakkabı siparişi vermeye gittiğimiz gün "minimalist" kelimesini cümle içinde kullanmama şok üstüne şok oldu??? Bak bak neler de biliyormuşsun sen öyle ihihi falan yaptı. Üstüne bir de "karbon monoksit" dediğimde az daha düşüp bayılıyordu. Hayatım boyunca çok hakaret işittim, çok aşağılandım ama bunlar kadar koymamıştı bana. Acaba alnımda salak mı yazıyor? Tipim ebleh midir yoksa? Niye ya? Bundan kelli amacım kendimi ve bilgi seviyemi hanfendiye kanıtlamak olacak sanırım ve bu hiç istediğim bir şey değil. O kadar yorgunum ki şimdi kim ablanın alakasız bir sorusunu alıp ülkenin konjonktürel yapısının jeopolitik yapıya göre daha göreceli varsıllığına bağlayıp kafa karıştırıp sidik yarıştıracak? ( Laf kalabalığı yaparak az paça kurtarmadım ben, konuyu bilmek şart değil yardır gitsin )  

     Ticaret dünyası ile alakalı bomba gibi gerçekler öğreniyorum bu arada. Sihirbazların kendi aralarında sessiz bir anlaşma yapıp sihirleri nasıl yaptıklarını anlatmaması gibi, esnafta sırlarını müşteriden saklıyor ve bu sırlar yenir yutulur şeyler değil. Sadece bir örnek vereyim. Dün toptan alışveriş için gittiğimiz toptancılarda o bizim tanıdığımız tüm meşhur markalar vardı. İhraç fazlalarını etiketlerini kesip iç piyasaya veriyor bu markalar. Bazılarında çok ufak defolar var ki defo bile denmez. Bir kot pantolon sorduk, mağazada 750 liraya satılan bir marka toptan da 35 liraydı. Patron onu bile çok pahalı bulup almadı. Zaten satamayız. Müşterimiz ucuzcu. Bir püf noktası daha öğrendim. İmalat ve ihraç fazlası ürünler arasında korkunç bir kalite uçurumu var. Eğer bir şey alacaksanız kesinlikle imalat almayın. Dünyanın en kötü dikişleri, kumaşları, malzemeleri iç piyasaya verilecek imalat ürünlerde kullanılıyor. Halkı yiyorlar matmazel! 

   Çok yoğun ve yorucu bir iş bu. Eve geldiğimde en fazla bir saat ayakta kalabiliyorum. Sonra hangi araysa küt uyuyup kalmışım. Sonra sabah haydi gene koş koş. Bakalım en fazla ne kadar sıkıya gelebilecek emektar götüm.  

Cuma, Şubat 01, 2013

Yoksun ama varsın


    

 Bir çoğumuz Einstein’ın 9 yaşına kadar doğru dürüst konuşmamış olmasını (doğruluğu su götürür bile olsa) kendi yetersizliğimizin tesellisi olarak kullanırız. Bak bak dahi bile ömrünün bir yerinde teklemiş. Bal gibi de yapamamış işte.  Başkasında zaaflar ararız, açıklıklarımızı yamayacağımız zaaflar. Ancak budur yüreğimizi ferahlatıp, içimizde yanan eksiklik ateşini söndüren. Gördün mü çok büyük adammış ama babasını boğazlamış.  Ne anladık o işten peh!  Duydun mu bilmem kim bizim sandığımız kadar doğru değilmiş,  şöyleymiş meğer böyleymiş hatta. Hah iyi iyi tam da kendimden umudumu kesmişken hızır gibi yetiştirdi kabahatlerini. Zaafları olan başarılı insanlar olmasaydı oturduğu yerde ortadan yarılan insanlara rastlayacaktık.

    Çoğumuz asla tarih yazamayacağız bunu biliyoruz. Umutla kurulup beklediğimiz gibi bir kırılma dönemimiz,  yırtma yılımız olmayacak. Her dakika ölmeye doğan yüzlercemiz gibi, gri yaşayıp gri öleceğiz. Öldüğümüz gün arkamızdan binlercesini bırak belki onlarcası bile yürümeyecek.  Siyah giyinmiş önemli görünüşlü  insanlar buğulu gözlerle büyütülmüş fotoğrafımızı taşımayacak, bayraklar yarıya indirilmeyecek. Bunun hayali bile boyumuzu aşar. Çok film izliyoruz. Umudumuzu yitirmek gibi olmasın ama büyük ihtimalle yıkıcı bir depremde ölen binlerce insandan veya çok ölümlü bir trafik kazasında ölenlerden biri olacak ve ismimiz olayın oluş biçimi kadar bile dikkat çekmeyecek. 3. Sayfa haberlerine sadece adımızın baş harfleriyle çıkmamız dahi yavaş yavaş ve kimsesiz ölen kimilerimiz için mucize olacak. Cesedimizi bir barakada çürümüş olarak bulup bir poşete doldurup götürmeleri de olası. Arkamızdan ağlayan olacak mı? İyi bilirdik diyenlerin kaçı gerçekten tanıyarak bunu söyleyecek belirsiz. Hem niye iyi bilinmeliyiz ki? Niye ağlanmalı ki?


Belki hayatımın bir 20 yılını tamamen yetersiz ve görünmez geçirdim. İlk 16 yılını ortalama bir zeka nüvesi dahi taşımadığım halde konuşmadan bitirdim. Konuştu diyenler olursa da onlara inanmayın. Ben yalnızca soru soranları baştan savmaya çalışıyordum. İlk gönüllü fotoğrafımı ise galiba 14 gibi çektirdim. Elde plastik çiçek tutulanından. Fotoğrafçı çocuk Ablamın sevgilisi olmasaydı ve dükkanında yapacak daha iyi bir şey olsaydı onu da çektirmezdim ya. Bazı fotoğraflarımın açıklaması “şu arkadaki kadının eteğinin yanında görünen kurdele var ya? Hah o benim kafamın kurdelesi. Kafam çıkmamış ama kurdele epey güzeldi” oluyor. Bütünüyle siliktim.  Vardım ama yoktum. Çok belli etmesem de tercihli bir görünmezlikti bu. Yapamadıkça geri geri çekilme görünmezliği. Hem fena da değildi ortamım. Baktım diğerinden daha az kafam ağrıyor, daha az kişiyi ve olayı aklımda tutmam gerekiyor,  eli öpülecek  ve hatırı sayılacak akraba hiyerarşisini ezberlemek her yiğidin de harcı değil, bıraktım. Hozan Beşir'in bir sözü geldi aklıma "yazıldığında hayat hikayem çok uzun olmasın diye 13 yıl müziğin dışında hiç bi şey yapmadım" Görünür olmak, iki taktir üç alkış toplamak için bir şeyler yapmaya da yeltendim yeltenmedim değil. Ay dur şu dünyaya bir çızıkta ben atayım diye her koşturmanın sonunda duvarlara tosladıkça heves meves kalmadı.
   
    Bir gün anneme “senin bir karakız vardı ne oldu o hiç görünmüyor yoksa öldü mü?” diye sormuşlar.  Eve gelip bunu anlattığında normal olanın yani “vay anasını o kadar mı asosyalim” diye üzülmenin aksine içimi gurur kapladı, bunca zamandır bir gölge gibi yaşamaya çalışmanın mahsulünü almıştım. Pelerinimi savurarak kuleme çıktım, yendiğim kainatımı seyrettim. Oysa bir çokları için bu bir kaybetmişlik.  Kimsenin seni tanımıyor olması, ben geldim, buradaydım sonra da gittim diye izler bırakmamış olman kabul edilir gibi değil.  Senin de ötekiler gibi yeteneklerle donatılmış olduğunu kanıtlaman bekleniyor. (olmasa bile..içinden gelmese bile) Başarısız olunca da aşağılanmaya katlanman. Küçük hayatının küçük insanı olmayı tercih etmen yenilgi sanılıyor. Ortalarda olmalısın. Çığlıklar atmalısın. Beni görün beni görün buradayım hey bakın bana bakın bana hey! Dahi olup olmaman mühim değil. Varlığını gözlerine gözlerine soktukça onlar aşina oldukları bu gürültücünün önemli bir şeyler yapmış olduğuna kısa sürede inanıyor. Bu bir yanılsama, bir illüzyon.

   Zannettiğimin aksine bu görünmez yıllarım bana sık sık nükseden vahim bir saplantı dışında bir şey kazandırmadı. İçine kapanıp olan biteni hissizce izlemek gibi özellikleri olan bir saplantı. Bir olursaolsunculuk, olacağınavarırcılık duygu durumu. Kafamın içinde hiç durmadan konuştuğu halde dışarıya renk vermeyen suskunluğumu ve saplantımı kırmak için yazmaya başladığımı söyleyebilirim. Bunlar da neden yazıyorsuna yeni bahanelerim olsun. İşin güzel tarafı bu kadar çok şey anlattığın halde hala görünmez kalabiliyorsun. Kimseye görün beni diye bağırmana gerek yok,  yazdığın için onlar seni zaten görüyor. Bir diğer deyişle. Yoksun ama varsın.

not: bu ara manikdepresifliğin depresif kısmını yaşıyorum. neredeyse her kış bu haldeyim. ölümdür, intihardır,  kedi yemektir, at kovalamaktır bu gibi konularda bir ton şey karalamışım. yazmamam da imkansız. durduramıyoruz. 2. kitabımı bu kafayla yazmaya devam edersem kitabın adı "Ölümün Koynunda Kan Uykusu" falan olacak. Hayırlısı. "Pelerinli Vahşet" de olur aslında...
    

Salı, Ocak 08, 2013

Ardımdan tüm suçu bana atacaklar diye intihar edemiyorum




son aylarda dilimden sık sık dökülen kelime “yorgunum”  hiç bir şey yapmak ve kimseyle konuşmak istemiyorum. ülkede olan bitenden bıktım. insanların şikayetlerinden bıktım. araba şamatasından, hava durumundan, asansör sesinden bıktım. dikkatimi çeken, ne yaptığını önemsediğim tek bir insan yok. ilgimi çekebilen tek bir durum yok. hastayım. bir hastane odasına yatmak ve yıllarca uyumak istiyorum. ara sıra gelip iğne vuran hemşireler dışında odaya kimse girmesin. refakatçim olmasın. yemek getirilmesin. kendi ağız şapırtıma bile tahammülüm yok. yazılar yazıyorum ve yazdıklarımı okuyorum. daha önce hiç bu kadar dağınık cümleler kurmamıştım. düşüncelerim gibi dağınıklar. üstüm ve saçlarım gibi dağınıklar. şiddetli baş ağrısı ve uykusuzluk çekmeye başladım. dudaklarımı yiyerek bitirdim. tırnaklara henüz gelmedim. önlem olarak uzatmıyorum. gecenin bir yarısı belki 4 belki 5 gibi bir film koyup izliyorum. konular bilindik,  insanlar hep beklenen cümleleri kuruyor. evler aynı, yollar aynı, sokak lambaları, yaralar ve yara bantları aynı. sonra sebepsiz yere susuyor, gerekmedikçe konuşmuyorum. ilgilenmediğim şeylerle ilgileniyorum. belki ilgimi çeken bir şey bulurum diye. bulamıyorum. yorgunum.


Henüz ruhumuzda kopan fırtınaları, bilinçaltımızda biriken irinli yaraları, habis düşünceleri en saf haliyle yazıya dökebilecek kelime yok. Belki var ama bir araya getirmek öyle zannedildiği gibi kolay iş değil. Ara sıra getirdiler, mesela marquis de sade.  Ama onu içgüdülerimizin cani dilini anlayabildiği için sapıklıkla suçladılar. Toplumsal ahlaka mugayir her ifadesinde hastalık buldular. Acıdılar. Ürktüler. Oysa kısaca diyordu ki “siz busunuz işte” Biz buyuz işte. İnsan büyük bir çıban. Her deliğinden  kokuşmuş akıntılar fışkıran devasa bir yara. Ters düz olmuş, içi dışına dışı içine karışmış dikili bir kumaş. Tüm doğrular içerde kalmış. Tüm yalanlar eline yüzüne sıvanmış.

İnsan diyelim ki bulsa o bulunamamış kelimeleri bu sefer de dürüst olmaya cesaret edebilecek mi? Etse dinlenecek mi? Dinlense sevilecek, sevilse çoğunluğun gazabından korkmadan hak verilecek mi? Öğrenilenlerin aksini zırvalayan bir delinin yanına izleyici çoğunluktan kaç kişi yanaşır? Çoğunluğun şüphe geçirmez sımsıcak duvarları nerde, azınlığın her yanından soğuk rüzgarlar alan bir başınalığı nerde.  Kaç kişi aklını yitirdiği düşünülen meczupa acımadan ve korkmadan bakabilir? Kaç kişinin aklından ona biraz demir para vermek, bir çorbacıya götürüp  kendi vicdanını okşamak dışında bir şeyler geçer. “İyi ki ben böyle değilim” diye boşluğa şükreden onlarcası müstesna.  En leşi de yaptığı iyilik seremonisine şahitler arayanlar değil midir? Ve biri kalkıp duyarlılığının kutsanması için çırpınan bu sefil yaratığı gördüğünde içinden öğürmek geldiğini söylerse fena mı olur.

  Şüphe götürmez ki insan; yapmak istediklerini, sana, ona ve şuna karşı hissettiklerini olanca katılığıyla içinden çıkarabilse lanetlenecek ve dışlanacak. Yapayalnız ve aptal durumuna düşecek. İfadesi sertleştikçe kalabalıklar bu hadsizin güzel olan bir şeyleri yıkmaya geldiğini zannedecek, korkacak ve reddedecektir. Yaşadığını fark ettiğinden beri durmaksızın kafasının duvarlarına çarpan doğal düşüncelerini tüm yalınlığıyla dümdüz söylediğinde bile çil yavrusu gibi dağılacaklardır. İcabında onu da dağıtarak. Bozguncu diye kodese,  deli diye akıl hastanesine tıkılacak, ilkel bir dürtüyle dumanlı silahlarla ürkütüp kaçırılacaktır.  Öyle olmadı mı hep? Doğruyu yalnızca doğruyu söylemek için yemin gerektiren tek yer mahkeme salonları olmadı mı? Kürsüde oturan bir hakimin huzuruna çıkana kadar ne yemine ne de gerçeğe uymak gerekmemişti. Hürriyet için güçle savaşmak yuhalanırken güce teslimiyet alkışlandı. Çıkar için yemin etmekte bir sakınca bulunmadı. Gerekirse kutsal bir kitaba basıldı. Boynumuzu eğelim ki alnımızdan öpülsün. Apandis gibiyiz. Körleşmiş boklu kalın bağırsak ucu.

Dünya içimi kaldırıyor. Kuşlar, maymunlar ve güneş olmasa onu havaya uçururdum. Üstüne işemek sadece cinsel bir fantezi olmasın. Ağza sıçmak sözde kalmasın. Bence şehirleri içindeki mağazalarla birlikte yakabiliriz. Arabaları da köprüden aşağı atmalı. Yüksek binaları koli bandıyla sarmak kaç yıl alır ki? Bu hesaba pencerelerden bağıran ve ağız şapırdatan insanları da ekleyelim. Faturayı bana yollayın.


Ölümümden beni sorumlu tutacaklar diye intihar edemiyorum

Bi arkadaşa bakıp çıkıyorum

     Uzun zaman ara verince nasıl başlanır bilirsin "bloguma uzun zamandır yazmıyordum bir uğrayayım dedim, özlemişim..." f...