Bayramlarda şeker toplamanın, düğünleri eğlenceli bulmanın ve hamamda annenin dizleri arasına çömüp keselenmenin ayrı ayrı biyolojik mühleti vardır. Çocuklukta birer birer bırakırsın bu işleri. Bayram şekeri toplamayı boyumun züreyfa gibi olması yüzünden 5 yaşında bıraktım. Belki 6, baya erkendi işte. Elimde hışırdayan pazar poşeti gezdirmeyi boyuma yediremiyordum. Kapıyı açan büyüklerin bana attıkları “koca kız utanmıyor da” bakışı gün gibi aklımda. Bunların bayram günleri edalarına tavırlarına öyle pis bir “Şeker dağıtan yüce insan” sirayet ederdi ki, erken yaşta bıraktığım için üzüldüğümü söyleyemem. Ucuz, erimiş şekerlerinize ve öpülecek ellerinize muhtaç mıydık sanki? Belki de bunu hazmedememişimdir. ( daha o yaşta o ne anarşiklik o)
Hamam müptelası değildim zaten. Her seferinde nasıl bir masumiyetse annemin gel kızım sana terlik papuç alacağım vaadlerine kanıp gittim. Yaldır yaldır devrilen gövdelere sahip oğlan analarının daha 12 yaşında gelinlik kız gözüyle gördüğü yaşıma kadar da direndim. Artık nasıl bir yalan uydurduysam annem beni götürmek için kırk dereden su getirmeyi bıraktı, kurtuldum o çıplak yığınlıktan. Şekersiz çay içmeye “şeker torbasında fare bokları gördüm, öldürseniz çayıma şeker atmam” diye başlamıştım, inanmışlardı. İnanmasalar ne olacak deme, ben görmeden çayıma şeker atıp karıştırıyor, şeker atmazsam zafiyet geçirip öleceğime inanıyorlardı.
Düğünlere gitmeyi bırakmam ise lokum arası bisküvi dağıtmayı bıraktıkları yıllara denk düşer. Yoksul insanların tek eğlendiği bahaneydi düğünler. Sadece düğünlerde şakalaşırlardı. Hani gelinin kapısı içerden kilitlenir de gelin yüklü miktar bahşiş alınmadan verilmez, sonra küstüm yastığı çalınır damada fahiş fiyata satılır, damat kaçırılır bir arabanın bagajına kilitlenir düğün ağasından para almadan serbest bırakılmaz böyle şakalar, komiklikler işte. Keşke derdim keşke normal rutin hayatımızda da iki kişinin yasal sevişmesinin kutlandığı günleri beklemeden de böyle eğlenebilseydik. Türk halkının eğlenmek için kalabalığa ihtiyaç duyması, davetiye beklemesi beni öldürebilir. Her neyse işte o lokumlar için giderdim bizzat. Sini içinde gezdirilen lokum ve bisküvilerin altında dolanır her zaman hakkım olandan daha fazlasını kapıp aksırana tıksırana kadar yerdim. O nasıl bir dünya güzelleridir, nasıl muhteşem bir nostaljik tatlıdır bilen bilir bilmeyen hiç bilmesin, sevmeyebilir.
Düğünleri sevmemem için başka bir çok sebep çıktı sonraları. Çakma feministliğime, kendine kadın hakları savunuculuğuma dokunan her hangi bir yerinden kıllandıkça palazlandım, gıcıklandım düğünlerden. Her kız gibi illa bin beş yüz kere “ben evlenmem” dedim. Bekarlık değil asıl evlenmek “evde kalmak” tır, adı da üstünde işte dedim. Dedim de dedim. Derim ben böyle. Bekarlığın sultanlığını da yaşamadık hoş. Ee malum sultanlık yaşamak için bir sarayın olması gerek. Saray burada içinde pek çok özgürlük, hovardalık, oh anam of amman sabahlar olmasın barındıran bir metafor. Nikahta olan o meçhul kerametinde anasınski.
Ben mi göremiyorum yoksa iyi yere mi saklamışlar bilmiyorum şu yaşıma kadar bir kerametiyle karşılaşmış değilim. Hiç bir evli çift de aha bu da bizim kerametimiz diye ayı ortadan bölmüş değil. Evliliğin içine kazara düşmüşlerin ve diğer pek çoklarının evliliğinin dışarı yansıttıkları gibi olmadığını avucumun içinden bile daha iyi biliyordum. Sanki gizli bir anlaşma gibi bütün evlenenler gerdek gecesi başlayan bir tiyatro oyununu sergiliyor, dışarı sağlıklı tek bir bilgi sızdırmıyorlardı. Akşam kocasının dayak attığı kadın sabah yıkılan gururunu “kocam çok iyi içkisi yok kumarı yok daha ne olsun” yalanlarıyla onarmaya debeleniyordu. Haklıydı ki. Sadece bizlere karşı debelenmesi saçmaydı. Bizi kandırabilirsin ama ya kendini? Şakaklarımda ki damarlar güp güp atmaya başladı gene. Esasında ben bambaşka bir şey anlatacaktım ama içimden gelmedi, daha bambaşka bir şey çıktı. Dertleşmeye ihtiyacım var.
Pek anlatasım olmayan bir mevzudan dolayı son haftalarımı sokaklarda binecek tekerlekli ve raylı şeyler arayarak geçirdim. Onları bulduğumda bazılarına öttüren kartlar bastım, bazılarına cıngırdayan demirler verdim. Ara sıra ise pek anlatasım olmayan şey bitince binecek şeyler aramayıp kendi kendine konuşarak, vitrinlere yapıştırılan kağıt parçalarını, kadınların çanta markalarını, araba plakalarını, lokanta menülerini, yaşlı teyzelerin ilaç poşetlerini okuyarak geçirdim. Takıntı değil, hobi olarak yaptım. Yollarda bol miktarda balgam saydım, lanet olsun çevreyi kirletiyorlar böyle balgamın içine tükürürüm deyip üstlerine tükürdüm. Neden pek anlatasım olmadığını da pek anlatasım yok. Belki bir sonraki yazı yazasım gelişinde pek anlatasım da gelir. Beyin sıvısını kaynama noktasına getirmeden şu kelime kaosuna son vereyim. Kelime oyunlarından ve beyin sıvılarından tiskiniyorum. Her şeyden tiksinmek de bir diğer hobim.
Bu gezenti günlerimde hava bazen cehennem gibi sıcak oldu, sıcağı çok sevmeme karşın yine de kendimi tutamadım ve dönüp dönüp güneşe küfürler ettim. Ardından al buyur yine extra günaha girdim yaratılanı sevmeliyim yaratandan ötürü diye sayısı belirsiz tövbe estağfurullah çektim ( konudan bağımsız-ki sanki bir konu varmışçasına- “ötürü” orta anadolu’da tek bir harf eklenerek cıvık sıçmak anlamına dönüşüyor “ötürük”... bu yüzden her ötürü dendiğinde kafa malum manzarayı önüme seriyor ) Ömrü uzun olsun anam yelek melek örerken her ilmekte pismii.. diye fısıldar. Bu sevap avcısı mübarek sayesinde evde ne kadar örgü, biçki, dikiş varsa hepsi adeta bir hırka-ı şerif. Giydiğimiz her patiğe bir hatim indirdi. Ayaklarımızın altı essahtan cennet. Köşe bucak tıklım tık seks kasetleri ile dolu olmasaydı kıyamet koptuğunda bir bizim bir de cübbeli ahmet’in evi mahşer yerine uçarak varabilirdi. Yazık ki batının ahlaksızlığı bedenimizi örgüden daha sıcak tutuyor.
Bazen hava buz kesti kışa söylendim. Bu sefer küfür etmemeye dikkat ederek, kelimelerimi; küfür sayılmayacak ama çok da nezaket içermeyecek olanlarından seçtim. Nasıl bir gudubetlikse aylardır içimdeki öfkeli şirinden (şirin?? nah şirin) kurtulamıyorum. Yoluma çıkan tüm mizah dergilerini aldığım, kedi kesmeye ve adam vurmaya ara verdiğim halde tipim mütemadiyen “GÜLMEDİM”. Her bayram yüzüme bir kaç hamlede ancak astığım “hoşgeldiniz gülüşü” nü bu bayram asmakta çok ama çok zorlandım. Olmamış da zaten. Misafir mıçmıçlayıcısı büyük ablam, insanlardan saklandığım bölgelerin civarından geçerken “kovduk gibi oldu, ayıp gibi oldu, yanlış gibi oldu” diye söylenip durdu. Adeta radar gibi bana yaklaştıkça öttü. Yerimi belli etti. İstedi ki sinemalara bir anda cinnet getirip bütün ailesini deşen insanın hikayesi gelmiş bile olsa ötekilere kırlarda koşan heidi'yi izlet. İstisnasız hepimizin yüzünde neşeli günler filmi repeat olsun. Bütün dünya bayram olsun, insanlar el ele tutuşsun (afedersin kustum)
Bazen kitabım burada varmola, şuraya kadar geldimola diye bazı kitabevlerine de girdim ama çoğunlukla bulamadım. Yayınevine küfretmek günah değildir nasılsa diye yedi sülalelerinin nüfus sayımını yaptım. Öteki tarafta ettiğimiz küfürler değil de kime ettiğimiz önemli olacakmış gibi geliyor. Yani Allah bile “önce bir lafa bakarım laf mı diye bir de söyleyene bakarım adam mı diye” felsefesinden işlem yapacak. Mesela ben şeytana “senin o iblis şikrine sıçarın sütübozuk palavereci! Dediğim zaman cennet köşklerinden birinde bir haftalık konaklama kazanabilmek isterim. Bir ateyizi pilavlı sohbete davet ettiğim için de müessesenin ikramı olarak odama yanarlı dönerli meyve tabağı gelmeli. Bu tarz yenilikçi beklentiler içindeyim. ( Şu an yine tövbeye başladım yatana kadar bini bulur)
Bulur demişken korsan tezgahlarını saymazsak kitabımı birkaç kitapçıda buldum aslında. Aklıma kitaplarıma bir iz, bir süprüz bırakmak falan geldi de çok yaratıcı bir insan olmadığımdan dolayı cebimde bulduğum kuru üzümü sayfa aralarına serpeleyip uzadım. İyi bir fikir değildi sanırım. Sanırımı yok bok gibi fikir. Yabış yabış.
Deliliğin karizmasından, sözüm ona marjinalliğinden nemalanmak gibi olmasın galiba delirdim. İsterim ki deliler hastanesine yatsam bile bana deli denmesin. Delilikte tıpkı aşk gibi içi boşalmış bir söylem. Fotograf çekinirken arkadaşının kafasına arkadan parmaklarla eşşek kulağı yapan herkese facebook'da "delisiniz siz yaa :))))))" yorumu yapılmış. Oklavasına kılıf örene "kız tülay allah seni kahretmesin deli bu ayol :D:D" denilen bir dünyaya deli getirmek istemiyorum. Başka bir şey densin bana, kelli densin, felli densin, de deyli dala dulada damburleyli dap dup densin ama deli denmesin. Lütfen buna itina gösterin.
Kafamda binlerce zerrecik uçuşup, çarpışıyor ve hiçbir çarpışma işe yarar bir reaksiyona neden olmuyor. En azından uranyum falan üretseydi. Kulağımdan akıtır bomba yapımında kullanırdım. Hepinizi patlatırdım.
Görüldüğü gibi insanın aynı anda bir çok şey düşünmesi zekaya değil eblehliğe işaret. Nah bu yazı da buna delil olsun. Hayat bayram olsun.
Bu mevsimde doğmama rağmen sonbaharı sevmiyorum. Seveni de sevmiyorum. Bütün gün gördüğün şey apartman girişine düşmüş, çöpçülerin süpürüp götürmediği iki sıracalı yaprak. Nerede gördün doğayı adeta bir yorgan gibi örten sarının tüm göz alıcı tonlarını? Sanki bu şair ruhlu sonbahar çocuğunun ahşap kulübesinin verandası ormana açılıyor. İşe de atla gidiyor. Hasat mevsimini severim ama bak. Hani tarladan mahsul kalkar da kuşlar toprağa dökülmüş yemlere üşüşür ya? Ayçiçeği ve mısırlar toplanınca gövdelerinden kısa süreli sap ormanları oluşur. İçine dalar unutulmuş mısır koçanı ararsın. Bağlarda son kalan eciş bücüş üzüm salkımları toplanmayıp kuşlara ve çocuklara bırakılır. Tepelerden, harmanlardan patos sesleri yankılanır. İşte hastasıyımdır o kısacık kuru ve saman kokulu günlerin. Yalnız bak aklıma geldi biz o kuşları gözer denilen büyük elekle avlardık be. Gözerden kurduğumuz tuzağın içine düşen zavallı kuşun kellesini sündüre sündüre koparır, tarla kenarına çömüp hemen ateş yakar, ala temizlenmiş şekilde sopaya takıp yarı pişti pişecek hooop cukkaa... Çocukken; duyarlılıktır, bunlar hep vahşettir, dostlarımızı yememeliyiz arkadaşlardır pek gelişmiyor. Çatur çutur karınca bile yediğimi biliyorum, nerede karıncayı bile incitmeyen bir insanımlık? Canlıydılar ve sayıca çoktular
Hasat mevsimi ne kadar kuru ve güzelse bu sonbahar melunu o kadar ıslak, çamurlu, ayak üşütücü, sistit yapıcı leş bir hayvandır. Gürültülüdür. Mevsimlerin tamtam dansıdır. Yazın mayışık sessizliğine tepki olarak doğmuş “hızar”ın anavatanıdır.O hızar sesi ki bana göre dünya üzerindeki gelmiş geçmiş en kötü ikinci ses. Birincisi elbette ki babamın “ağşam yatmak bilmiyoğuz, zabah gakmak bilmiyoğuz” gibi kakışları da kapsayan kendine tenor sesi. Üçüncülüğü de yeni taşınan komşu matkabına veriyoruz. Yarışma bitmiştir.
Mamak’ın fukaralığının üstü; samsun köprüsünden geçenlerin “bu melih gökçek çok çalışıyor haa” diyebilsin diye henüz bu kadar yapaylıkla ört bas edilmemişti. İçi gibi dışı da mezbelelikti ama kimsenin görüntüyle uğraşacak zamanı da parası da yoktu. Öylemesine doğaçlıyorduk. Her ay birinin boğulduğu kanalın kıyıları alabildiğine meyve ağacıyla sıvalıydı. Rayların kenarında ise kavaklardan oluşmuş bir koruluk vardı. Artık koruluk muydu yoksa 5-6 ağaçtı da gözümde mi büyütüyorum bilmem. Ben oraları sahipsiz zannederdim, tıpkı dünyadaki tüm ağaçların sahipsiz olduğunu sandığım gibi. Yanılırmışım. Dünya üzerinde el konmamış ne bir karış toprak, ne bir damla su, ne de tek bir çıbık varmış. Kavakları tomar tomar para karşılığında bir adama satarlarken gördüm. Mahallede gelişen her olayı da görüyormuşum ha. Tarihteki ilk mobese kamerasıyım. Ağacın satılabilir olması çok tuhafıma gitmişti. Bir iki tane de ben satayım, parasıyla cıncık boncuk alırım diye geçti aklımdan. Elmas teyzenin bahçesine sinsi gözlerle baktım. Birkaç gün sonra ah kavakları zalım hızarlarla kesip kesip götürdüler. Bu köpoğlu köpeğin sesi kulağıma ilk çalındığı gün çocukluğum da rahmetli oluyordu. Sesi sanki “dikkat dikkat sonbahara girdik” borusu gibi bir duygu uyandırıyordu. Yada “Kış hazırlıkları başlamıştır çel çocuk görev yerlerine” çağrısı. Bir römork dolusu ağaç tomruğu evimizin 50 metre aşağısına dökülür ve bunları kırıp odunluğa yığma talimatı gelirdi, yukardan bir yerlerden.. İncecik kolların varmış, kız çocuğu böyle kaba saba işleri beceremezmiş, balta sapar zemine çarpar zeminden hoop döner gelir kelleni alırmış kimin umurunda. İşinize gelince hemen de sığınırsınız kızız biz bahanesine! Eşitlikse al sana eşitlik. İş olunca herkes bizim güçlü olmamızı, bitirim olmamızı istiyordu. İşlere asılıp oğlan çocuğu gibi ayakta işemeye başladığımızdaysa fikir değiştirip bir kız gibi utangaç, mızmız olmamızı beklediler. Bizimle ne yapacaklarına bir türlü karar veremedi hıyarlar.
Oramız buramız kıymıklarla çizik çizik, çam kokusu çekmekten kafalar güzel olmuşken bu seferde o kara, o kör olası madenin fısıltıları yayılırdı “kömür aldın mı? kaç ton aldın? yolda mı? geliyor mu? geldi mi?” aha da geldii. Nasıl bir mahalle dayanışması ise başka zamanlarda birbirinin gözünü oyan çıkarcı büyükler kış hazırlıklarında el ele tutuşuyor, bize her gün başka bir evin kömürünü taşıtıyorlardı. Çocukların kış hazırlıklarını aradan çıkarmak için keşfedildiği gün gibi ortada. Adı üstünde Ev-Lat. Ev için üretilmiş işçi. Lat malum eski Türkçe de işçi demek. (Güzel uydurdum bunu yalnız)
Günlerce kömürlük kömürlük dolanmaktan Türkçe olimpiyatlarına gelmiş afrikalı çocuklara dönüşürdük. Neyse ki “bir angara bebesi ağlıyor/ gözleri yaşlı / hani yalnızca bir kamyondu / tonları aştı” diye şiir okutan olmadı. Çok şükür yazan bile olmadı. Ağzımın içine dolup dişlerimin arasında çıtır çıtır eden kömür tozunun tadını hiç unutmadım. Renk olarak karıncayı andırmasına rağmen lezzet açısından farklılıklar var. Kömür damakta çok hafif bir Zonguldak aroması bırakıyor.
Odun ve kömür işi bitse bile çile bitebilen bir şey olmadığından annelere paylaştırılırdık. Elimize süpürge tutuşturan dişi öncümüzle birlikte, o aşağıda yakında ebeleri bellenecek olan kavakların dökülen yapraklarını (gazel) toplamaya geçerdik. Bu yaprakları bazen soba tutuşturmak, bazen ekmek yapmak bazen de rutubete karşı kullanıyorduk. Aslında gazel toplamak çok zevklidir. Havaya savurdukça daha da mis gibi kokan kuru yapraklar sonbaharla ilgili sevdiğim az sayıdaki diğer şeylere eklenebilir. Çünkü kuru. Çünkü o da bir nevi hasat. Ben kendim şahsen hasat seviyorum. Yorulunca kavakların altına, yığılmış yaprakların üstüne uzanır son göçmen kuşların seslerini dinlerdim. Eğer bir mevsimden başka mevsimlere göç edemiyorsam insan olmanın ne güzelliği vardı ki? Kuşların göç ederken çıkardığı o tiz sesler bizim yerimizde çakılmışlığımıza götleriyle gülmeleri değilse ben de neyim.
Şimdi bu kavak korusunun bulunduğu yeri Nimet et şarküteri, GelAl Market, Yusuf Kocamanoğulları sitesi gibi sikindirik beton yığınları aldı. Ağaçlardan arındı, kalkındı pek bir şahane oldu. O kadar şahane ki betonun cazibesine dayanamıyor gidip şarküterinin önündeki kaldırıma boylu boyunca uzanıp göçmen kuşların… Uydurması bile olmuyor bak. Kuşlar bize gülmesinde kim gülsün.
Gazel toplamayla bitti mi sandın? Önce odunları sonra kömürleri yığdığımız depoya gazelleri koyup “oh bitti hadi gidekte tepeden yuvarlanmaca oynayak” diye düşünürken "hah oraya indir oğlum oraya oraya" diye bir ses daha gelirdi.. yine o 50 metre aşşadan, o kötü yüklerin habercisi aşşadan! Yılaaaan! Sonbahar boyunca oraya indir, buraya bindir, üstüne çöğdürlerin ardı arkası kesilmek bilmezdi ki. Pikapla gelen salçalık domatesler, kamyonetle gelen turşuluk hıyarlar, otobüsle gelen yatmalık akrabalar... Gel de sev bu ciğerleri ağzından gelesi mevsimi! Sinirlendim bak gene bak. Zaten sistitim
Yazmıştım bir iki defa daha.( #- ## ) Ben de, ülkedeki binlerce çocuk gibi tecavüz mağduruyum. Ailemden bir kişi bile
detaylarını gayet iyi bildikleri bu olayı ne benimle ne de faille konuşmuş, ne
de adını “tecavüz” koymuş değil. Şu
saate kadar bunu kabullenebilen ve üzerine konuşabilen tek kişiyim. Neden oturup tecavüzü hadi adını
anmayalım “o olayı” konuşmadığımızı düşününce tanıdık sonuçlara varıyorum.
İçinde kadın cinsel uzuvlarının geçme ihtimali olan konular, bir sünnet şöleninde takılan çeyrek altın küçüklüğünde bile aile
kurumunun gündemine alınmıyor, utanç ve tahrik unsuru barındırdığı için sonsuza
kadar yok sayılıyor. Kadın hastalığından ölsen bile tansiyondan öldüğün söyleniyor. Hamile olduğunu; giydiği bol kıyafetler ve elini beline
götürmemesi gibi erdemli davranışlarla doğurana kadar kimseciklere belli
etmeyen kadınlarla övünülen toplum için olağan çırpınışlar. Açıkçası ben de bu konu
hakkında yazarken kendimi kötü bir şey yapıyormuş gibi hissediyorum. Sanki hiç
anlatmamalı ve diğer tüm çocukların, kadınların ve erkeklerin yapmaları
beklenildiği gibi saklamalıyım. Bloğumda bu konuyla ilgili yazdığım her iki
yazıdan sonra bana gelen tepkilerin bazıları “böyle şeyler anlatarak popüler
olmaya çalışıyorsun” şeklindeydi. Kitabımdaki benzer konular içinde aynı
lakırdıları etti sivri zekalılar. Anlaşılan Esra Ceyhan gibi kadın düşmanlarını idol belleyen halkın “kayıp” tabakasını bırak, bu konuların konuşulması internetin o bilinçli, o kibirli müdavimleri
için de hoş değil ve altında mağdurun art niyeti ve kabahati aranıyor.
Mağdurun kabahatini aramak? Sadece tecavüz değil bütün
şiddet olaylarının etrafını beş dakika geçmeden “kim bilir o ne yaptı ki böyle oldu” kuşkuculuğu sarıyorsa konuşmaya önce bu kabahat avcılığından başlamalıyız. “Hırsızın hiç mi suçu yok, dişi köpek
kuyruk sallamasaydı, minareyi çalan kılıfını hazırlar” gibi suçlu kayıran muazzam
sözlerin beşiği bu meseleyi konuşmadan koştur koştur nereye gidiyorsun?
-Dayak yemiş! -Hak
etmiştir ki yemiştir
-Nezarette kendini öldürmüş! - Nezarete düşmeseymiş
-Erkek arkadaşının evinde
ölü bulunmuş! -Eee su testisi su yolunda
Bu kuşkucu neslin
kredileri sayesinde tecavüzcü, tecavüz ettiği 13 yaşındaki engelli çocuk
hakkında bile “cilve yaptı, para aldı” ifadesi
verebiliyor. Umudu, hapse girse dahi
arkada bıraktıklarının arasında “iftira atıldı
adama” dalgası oluşturabilmek. Tabi bu yöntemin senelerdir denendiğini ve
tuttuğunu biliyor pezevenk. Tek bir
tecavüz olayı yoktur ki zanlının toplumun aklına mağdurla ilgili şüpheler
düşürecek ifadeler vermediği. Ama sadece
tecavüz ve dayak olaylarında böyle bir açık kapı var. Mesela gasp yapan biri mal sahibi hakkında “o da istedi” diyebilir
mi? Yok böyle bir iltimas. Tecavüzün ve dayağın kabul edilebilir gerekçelerinin
toplumda kol gezdiğinin açık kanıtı bu. Eşşeğe tecavüz etse bile “işveli işveli anırdı” diyecek adam
çıkartır bu ülke.
Bir sonraki tecavüze
kadar bir önceki tecavüz için adalet beklemek
Ne zamanki gündeme yeni bir tecavüz olayı düşüyor, hepimizi tecavüzü lanetlemezsem tecavüzcüden yana olmuş
olurum endişesi sarıyor. Kalabalıkların olduğu bir yerlere gidip suçu
lanetliyor, suçluya en ağır cezaları talep ediyoruz. Asalım diyoruz, bir başkası keselim diyor, başka bir tanesi
aynından sikelim diyerek kalabalığa karışıyor. İçimizdeki birikmiş lanetleri görülebilecek
yerlere dökünce rahatlıyor, normal günlük aktivitelerimize dönüyoruz. Asarak, keserek
öğrenilmiş/öğretilmiş bir davranışı yok edebileceğimizi zannediyoruz. “Asacaksın bunlardan bir ikisini bak bakalım
bir daha yapıyorlar mı” fantezisi kahvehane milletinin, o sırada açık olan tv de
izledikleri bir haberin muhabbetini uzatmadan
kapatıp pişpirike dönme cümlesidir. Daha ötesi değil. Çünkü pişpirik her şeyden
önemlidir. Benim için, suç işlendikten sonra suçlunun alacağı cezayla bu kadar ilgilenmek, topu; toplumun birebir yansıması olan devlete atmak, sorumluluktan
kurtulma kolaycılığı ve vicdan tatmininden öte bir anlam taşımıyor. Devlet
yeterince yasak koyar, suça zemin hazırlayan ne kadar etken varsa engeller,
suçluyu en ağır biçimde cezalandırırsa suçun ortadan kalkacağına inanmak ancak
bu kadar çok pişpirik oynayan beyinlerin üretebileceği bir düşünce. O devlet; alkol alanları ateist, internete girenleri iblis, eylemcileri terörist görmüyormuş gibi kapısına dayanıp adalet
istiyoruz. Sanki attığımız sloganlar götlerine değil de
kulaklarına isabet edecekmiş gibi adalet istiyoruz. Tutucu halkın oyuna adaletten daha fazla değer verdiğini bilmiyormuş gibi adalet dileniyoruz. Tecavüz suçu oluşmadan
öncesi için kendimizi ve toplumu sarsacak eylemler adına en ufak bir çabamız
yok. Bize düşen tek rol; bir sonraki
tecavüze kadar bir önceki tecavüz için devletten adalet talep etmek. Bu kadar. İşimizin
adı bu.
foto altı yorumların hepsi tecavüz fantezisi
Gece gündüz Facebook’da dolgun ev kadınlarının, bayramda eli
öpülmelik yaşlı teyzelerin alışveriş yaparken, altın gününde çekilmiş olağan fotoğrafları
altına “ormana gotürüp bağırttıra
bağırttıra sikeceğen” “şu ortadakine
üç adam birden dalacaan” yazan, beğenmediği
sesi susturmaya çözüm olarak “şunu biri siksin la” dan başka tartışma
yöntemi geliştiremeyen adamların ve kadınların arzuladıkları suç başkalarınca işlendiğinde yavşak birer adalet çığırtkanına dönüşmesi garip.
Aslında garip değil. Namus ve ahlak dediğimiz şeyler ötekilerin işlediği suçu
yakalayınca gammazlamak, dışlayıp yuhalamak, icap ederse öldürmek için keşfedilmiştir.
Bizim işlediğimiz suçlar ortaya
çıktığında adına iftira diyoruz. Unutma.
hufff gerçektn sikilsin istemyoruzkiiiee (di mi?)
Tecavüz cezaları artırılsın diye daha fazla daha fazla
bağırırsak sikmeyi; bosna savaşındaki sırplar gibi bir cezalandırma biçimi
olarak gördüğümüzü saklayabilir miyiz? Var
olma amaçları erkekleri tahrik etmek, dini bütün amcaların abdestini bozmaktan
başka bir şey olmayan kadınları, özellikle şort giyenlerini sikersek bir daha
şort giymeyeceklerini düşünecek kadar
alçak bir milletiz biz. Üstelik eğer bunu yapar ve bir koşu gidip açık alanlara
ilim, irfan için yaptığımızı yazarsak kahraman olacağımızı zannedecek kadar
bitmiş bir zihniyet taşıyoruz. Tecavüzün eyleminin korkunçluğundan ötesi, bunun için aferin alabilme olasılığı. Ve gayet
iyi biliyorum ki o aferinler bir yerlerde eşit biçimde dağıtılmakta. “Namus
cinayeti” diye bir kavramın olduğu, namus için işlenen cinayetlerin suç hafiflettiği,
alkış topladığı bir ülke burası. Cern’de partikül çarpıştıran değil bayramda
şeker toplamaya gelmiş çocuklara tecavüz edip öldüren ve “hay aksi cünüp oldum”
diye gidip gusül abdesti alan adamlar yetiştiren aziz memleket. Acziyet ve
şuursuzluk içinde adalet istediğimiz o ülke bu ülke işte. Buram buram ikiyüzlülük
kokan erkek cumhuriyeti.
troll değil, köşe yazarıymışş
Tabii kastım adalet
istemeyelim, suçluları biz cezalandıralım tecavüzcülerin kafasını kesip
meydanlara yuvarlayalım demek değil. Malum Nevin adlı kadın kendisine tecavüz
eden adamın kafasını kesip köyün “en erkek” bölgesine yuvarlayınca bu
olay hem Türkiye’de hem de Dünya’da tartışılmaya başlanmıştı. Bazı yazarlar Nevin’in namus cinayeti işleyerek aslında namus kavramını güçlendirip, erkek egemen toplumun istediğini yaptığını yazdı. (dekadanz) Mağdurun, tecavüze uğramaktayken tecavüzcüyü öldürdüğü olayla, karısını, kızını yaratılan “namus” adlı hastalıklı kavram
adına öldüren adam aynı olabilir mi? Bu olayda adamın mağduriyeti nedir? “Elalem
ne der” Kıyasladıkları cinayet bu işte. Elalem ne der cinayeti ile son çare
cinayeti. Sanırım bu iddiayı yapanlar Nevin’in cinayet öncesinde yaşadığı
psikolojik şiddetin, eziyetin, aylar süren tecavüzün ve o susmak bilmez
ikiyüzlü toplum baskısının ne boyutta olduğunu kavrayamıyorlar. Nevin’in “namusum için öldürdüm” demesi bu
cinayeti yaşadığı eziyetler yüzünden işlediği gerçeğinin önüne geçmemeli. Eğer
ortada beslenen bir namus varsa, en az nevin kadar olayı ısrarla namus
tartışmasına çevirenlerde ekmek atıyor. Bir insan kafa kesecek kadar delirmiş,
delirtilmiş ama sen filmin sonunda ki namus repliğinden etkilenmişsin. O replik
senin yarattığın, bütün kadınları ve çocukları içine tıkıştırdığın Matrix’e
ait. Namus kanunlarıyla ördüğün dünya
Nevinler’in yaşamaya bayıldığı bir yer
değil, kurallarına uymak zorunda bırakıldığı yer. Hayatta kalmak için kendi sidiğini
içmek zorunda olmak gibi, iğreniyorum ama elimdeki tek seçenek bu. Nevin bir kahraman değil fakat bir suçlu da
değil. Beynine silah dayandığı için silah tutanı öldürmek zorunda kalan bir sistem mağduru. Mağdur kere mağdur. Kafa kesmek bir tecavüz cezası
olarak devlet eliyle yapılsaydı yada bir töre haline geleceği kaygısı
taşınsaydı kimse bu kadar desteklemezdi.
Ama şu bir gerçek ki kadınların yaptığı hiçbir eylem erkeklerin
dünyasında töre haline gelmez. O kadar endişe etmeyin. Tek bir olaydan çıkıp
bir gün bütün kadınların kafa keseceği ütopyası üzerinde konuştuğunuz
kadar, her gün elalem ne der
cinayetlerine kurban giden kadınlar gerçeği üzerine konuşmadınız.
*“Kadın, yaşadığı korkunç olayı tıbbi açıdan ispatlayabileceğinden kaygı duymaktadır. Bunu açıkladığında başta eşi, ailesi, tüm çevresi ve hatta tüm toplum tarafından olumsuz tepkiye eleştiriye maruz kalmaktan, suçlanmaktan korkmaktadır. Sanığın cezalandırılmayacağından, tek suçlunun kendisi olarak görüleceğinden, adli mercilerin olayı yeterince araştırmayacağından endişelenmektedir. Saldırgan çoğunlukla tanıdık olduğu için saldırganın bundan sonraki hayatından kendini rahat bırakmayacağından endişe duymaktadır. Tüm bu nedenlerle kadın adli mercilere başvurmamakta, başına gelen bu talihsizlikleri kimseye haber vermeden kendi içinde yaşamaktadır. Burada fail olarak görülen kadın aslında mağdurdur. Hiçbir cinayet tasvip edilemez ama bu cinayetin neden işlendiği burada suçlunun kadın mı toplum mu yoksa toplumdaki yanlış inançlar mı olduğu mutlaka sorgulanmalıdır” (filiz arseven)
tecavüze uğramış hemcinsi için bunları yazabilen bir kadın, bunları nasıl bir toplumdan öğrenmiş olabilir?
Tecavüzü ne tecavüzcülerin kafalarını keserek ne de hadım
ederek bitirebiliriz. Yasal olmayanlar bitebilir belki ama karısına yasal
olarak tecavüz eden kocalar baki kalır. “Kocana
hayır dersen sabaha kadar melekler seni lanetler” şeklinde sinsice kurgulanmış bir
inanç, canı sevişmek istemediği halde kocasının altına ağlayarak yatan
kadınların kulağına tee evlenmeden önce mahallenin hocaanım ablaları tarafından
küpe yapılmış. Kocasının tecavüz ettiğine kimsenin inanmayacağı, anlatsa bile “napsın keraneye mi gitsin adamceiz” diye
yorum gelebileceği için evli kadının tecavüzü bir ömür. Ortada bir mağdur
olmasına rağmen, suç adlandırılmadığı
için fail de olmuyor. Ama tecavüz aynı
tecavüz. Bu konu ayrıca konuşulmalı.
Tecavüzü her evde her sokakta korkmadan toplum değerlerinin
yanlışları üzerine konuşarak (gerekirse dışlanarak, yalnız kalarak) bu arada kendimizi de yargılayarak
bitirebiliriz. Daha az cinsiyetçi ve ahlakçı cümleler kurmayı denersek,
kadınların sırtından namusu indirirsek (pat diye inecek bir şey değil tabi)
şort giyen kadınlarla bu kadar ilgilenmeyip yolumuza gidersek sanırım dinden
çıkmış olmayız. Tıpkı öldürdüğümüz çocuktan sonra gusl abdesti aldığımız için
sevap kazanmayacağımız gibi.
Bir insanı tanımanın ismini, cismini bilmekten değil, duruşundan, düşüncelerinden geçtiğinden hareketle gündemdeki kadın sorunlarını konuşmak istedik Siminya'yla; kabul etti...
Bir süredir hükümetin çıkarmak istediği yasal düzenleme dolayısıyla kürtaj hakkı üzerinden bir tartışma yürüyor. Kürtaj üzerine sizin düşünceleriniz nedir?
Bir insanı karnında taşımanın ve onu tarifsiz acılar çekerek dünyaya getirmenin nasıl bir duygu olduğunu erkeklerin bilmesi imkansız, haliyle dünyaya getirmeme kararının nasıl verildiği ve ne travmatik bir duygu olduğunu bilmelerini de bekleyemeyiz.
Yüzyıllardır savaşlar, cinayetler, katliamlar yoluyla; yıllardır yaşayan, hayalleri ve birikimleri olan insanları gözlerini kırpmadan öldüren erkekler, kadınları, karınlarında yaşamaya başlamış bir canlıyı büyük bir zevkle yok eden caniler gibi göstermeye çalışarak kara vicdanlarını rahatlatıyorlar. Bunu yaparken ne kadar ironik göründüklerinin farkında bile değiller. Kürtaj bla bla bla dedikten sonra gidip onlarca insanın üzerine bomba yağdırıyor, şu veya bu ülkeye savaş açmalı mı açmamalı mı bunu tartışıyorlar. Gerçek zihniyetleri bu iken, önceden çalışılmış "yaşama değer veren merhametli insan" imajı, üzerlerinde fazlasıyla sakil duruyor.
Kürtaj kadının günlük bakımlarından biri veya kadınlar arası bir eğlence biçimi değil. Çoğunlukla ceninin sağlıklı oluşmadığı ya da sağlıklı bir yaşama doğmasının imkansız olduğu zamanlarda, vicdan azabı içinde yapılan bir eylem.
Tecavüze uğramış, yaşadığı acı yüzünden neredeyse kendini bu dünyadan kazımak isteyen bir kadına bile "eğer hamile kalmışsa doğursun devlet bakar" diye yaklaşan bir hükümetin kadınlara ne kadar acımasız bir noktadan baktığını, amacının ucuz işgücünde dünya devi olmak olduğunu anlamak zor değil. Ne söylesen boş bu adamlara. Sonuçta ne oldu? Yasa masa değişmedi, olan Uludere'ye oldu.
Gerek Kız Kısmı'nda gerek röportajlarınızda kullandığınız dil belirgin bir şekilde öne çıkıyor. Günlük hayatta kullandığımız dili kadın perspektifinden değerlendirir misiniz?
Maalesef günlük hayatta kadın, çoluk, çocuk hepimiz erkek egemen bir dil kullanıyoruz. Yarı erkeğe yarı da kadına ait olan "İnsan dili" denebilecek bir dil yok ortada. O kadar içimize işlemiş ki hangi kelimenin cinsiyet ayrımı içerdiğini anlamak için kullanmadan durup düşünmek gerekebiliyor. Aynı zamanda hem arzulanıp hem de küfür lazım olduğunda ilk başvurulan bir cinsel organa sahibiz. Erkeğin cinsel organı ise ucundaki et parçasının kesilmesi şerefine şenliklerle, dualarla kutsanıyor. Mesela benim vajinamın fotoğrafı albümlerde yok. Ama kardeşlerimin çüklerinin her hali albümleri süslüyor.
Böyle söylemem bile kimbilir ne kadar abes bir his uyandırmıştır. İşte bunu diyorum. Kadınlara ait bütün öğeler dilimizde aşağılama ve küfretme amacıyla kullanılıyor, erkeğe ait olanlar ise yüceltme ve ödüllendirme. Bunları sadece erkekler değil farkındalığımız henüz tam oluşmadığından kadınlar da yapıyor. Bir kadına "erkek gibi kadın" dendiği zaman, kadın bunun temelindeki aşağılamayı göremeyecek kadar teslim olmuş, böyle denmesinden büyük bir gurur duyuyor. Hemcinslerine karşı bir erkek "bedenime dokunmaymış... değdirirken eyiydi" yazınca en çok kahkaha atan "ağzına sağlık valla" diyen yine kadınlar. Biri bizi buradan alsın! Bu hale nasıl geldik, erkeklerin hayatın her alanına bu kadar hakim olmaları ilk ne zaman başladı bilmek isterdim. Bilmek yetmez, zaman makinama binip gitmek isterdim. Sonra belki bu süreci durdururdum.
bu herif star gazetesi yazarı...
Günlük hayatta hep duyarız, "Ah, bana yetki verecekler..." Biz bu soruda konuyu belirleyip yetkiyi size verdik: Çocuk gelinler! Buyurun yetki sizde, güç elinizde; bu sorun karşısında ne yaparsınız?
Bana yetki vermeseydiniz keşke. Çünkü benim projelerimden biri kökten sünnetçi olmak. Yetkilerimi kötüye kullanabilir, tarihin en kanlı kadın diktatörü olabilirim. Bu yıl 20 bin civarında çocuk gelinimiz olmuş. Hayırlı olsun. Baya baya resmi evraklarla pedofili yapıyor, kötü görünen yerlerini de düğün, aile, din makyajıyla süslüyoruz. ( okusak bunu )
Eğer bir yetkim olsaydı, ilk önce aile içi denetimleri on kat artırır, mevcut durumu hızla düzeltmeye çalışırdım (örneğin; yaşı küçük kızı için evlilik izni almaya gelen aileyi ağır bir şekilde cezalandırmak, kızı bir süre ailesinden uzaklaştırmak gibi).
Sonra babaları eğitmek için kolları sıvardım. Hep annelerin eğitilmesinden dem vurulur. Fatura yine kadına kesilir. Hayır. Ataerkil bir toplumda anne ne kadar bilinçli olursa olsun son söz babanındır. Gerekirse şiddete başvurup dediğini yapar. O babaların çoğu; kahvede, camide, çarşıda çabucak gaza gelen, bir tomar paraya tav olan adamlar. Kızıyla alakalı en küçük bir namus şüphesine düşsün hemen başgöz edip namusu kurtarma derdine düşer.
Küçük yaşta evliliklerin çoğu; kızın onun bunun oğluyla adı çıkacak diye ve babanın paraya ihtiyacı olduğunda yapılır. Bizzat yaşadığım şeyler bunlar. Sonra kız çocukları için pozitif ayrımcılık paketi hazırlardım. Maddelerden biri "En az 20 yaşına kadar okuma zorunluluğu" olurdu. Okumam derlerse işe sokar sürüm sürüm süründürürüm onları. Onu da kabul etmezlerse hapse atarım. Tabii yasaları buna göre düzenleyeceğim. Galiba tam bir diktatörüm. Ama güzelinden.
Medyaya yakın bakışınızdan, yazılarınızın tarzından, popüler kültüre yaptığınız göndermelerden mizah dergilerine uzak durmadığınız belli. O halde sorumuz şu: Mizah dergilerinde kadının yansıtılışını nasıl buluyorsunuz?
Şimdi koca memleket baştan ayağa berbat olur da dergisi olmaz mı? Kadına bakış açımız tek kelimeyle: seks. Mizahımız da bu doğrultuda. Gerçi eski dönemlerin, 70'lerin, 80'lerin karikatürleri daha kötüymüş. Homofobi, köylü kadın aşağılama, tecavüzü normalleştirme, sarışın kadını aptal görme, mutfakta duran anne gibi komikliklerle geçmiş o yıllar. Şimdi iletişimin hızlı olması, gelen tepkilere göre hataların hemen anlaşılması sayesinde daha az. Hâlâ daha bazı eksikler var. Mesela meşhur olmuş karikatür kahramanlarından kaç tanesi kadın?
Herhangi bir karikatürde, diyelim ki bir işveren veya müdür çizilecek, kaç karikatürist bu figürü kadın olarak çiziyor? Bir kadını cinsiyetini alet etmeden eleştirebilen bir mizahçı babayiğit görmedim. Her şeyi bıraktım kadın karikatürist sayısı kaç?
Kadınlar mizah üretemiyor diye bir öngörü var, belki haklılık payı vardır. Bunun sebebi zeka eşitsizliği falan değil, özgüvensiz yetiştirilmemiz. Sadece güzel görünsün, hoş giyinsin, edepli konuşsun, düzgün yürüsün, istediğimizde seks versin ama seks istemesin, öyle yollu gibi olmasın diye adeta bir mumya gibi şekillendirilmiş, taşkınlığı hoş görülmemiş kadında; mizahın o darmadağınık, serseri, çirkin, sivri yapısının oluşması beklenmesin. İstisnalar müstesna tabii.
2011'de tanıdıkları erkeklerden şiddet gördüğü için ölen kadın sayısı 250'den fazla. Kitabınızda "şimdilik memleketin testosteron familyası benden korkmasın. Ama amaaa 70 yaşına gelince, o tayfa ile cinsi ve insi münasebetim kalmayınca yapabilirim diye düşünüyorum..." diye yazıyorsunuz. Siz yetmişinize gelmeden bu konuya nasıl el atılmalı?
Röportajın başından beri konuştuğumuz her konu gelip gelip erkeğe, erkeğin eğitilmesine dayanıyor. Çünkü öyle. Ama nasıl eğitilirler bilmiyorum. Erkekler inatçı, erkekler sahiplenici, erkekler şiddete meyilli. Birkaç gün önce bir video seyretmiştim. Muhafazakar bir türkücü şiir okuyordu ve şiirinde kadın gibi kadının nasıl olması gerektiğinden dem vuruyordu. Bana hizmet ederken zarif olacak, kuru fasulye bile pişirse şık sunacak, şişman olsa bile (olsa bile?) hanım hanımcık yürüyecek, süzülecek, ecek, acak, öcök, diye gidiyordu. Paketleyeyim mi burada mı yersin dedim ama beni duymadı. Şiir zaten başlı başına ele veriyordu ama şiirin sonunda söylediği cümle egemen erkek kafasının nasıl çalıştığını özetledi. "Ben erkeğim, kadına sahip olurum ve kadın bana ait olur" dedi. İşte şiddetin sebebini ve çözümünü bu cümlede aramalıyız.
Öldürülen kadınlar, evlerde yaşanan şiddetin boyutu hakkında sadece bir ipucu. O kadınlar ve diğer milyonlarca kadın erkeğin malı olarak büyütülüyor ve erkeğe sunuluyor. Erkek annesinden gördüğü ilgiyle diğer kadınların da kendisine hizmet etmesi gerektiğine inanıyor. Ömrü boyunca kadının kendi eye kemiğinden yaratılmasının onurunu taşıyor. Bununla kendine haklar yaratıyor. Kadın ne zaman ki kendine ait haklar da olmasını istiyor, şiddet başlıyor. Erkeklerin bu sahiplenme duygusundan kurtarılması, kadınların hizmeti olmadan yaşayabileceğinin ve hiçbir insanın ona ait olmadığının öğretilmesi bir çözüm olabilir. Ama zor, çok zor. link
Hani lan? Kitapta çıkardık niye hayatım değişmedi benim? Güya paralar
oluk oluk akacak, her taraftan alakalı alakasız zibilyon tane teklif yağacak
idi. Kim kesti paralarımın önünü kardeşim!!1 Bana bir şeyler teklif etsenize
lan!! İtiraf sitelerine senaryo yazarım, forumlara bot olurum, dandik ürünlerinizin
altına “eltimden gördüm bende aldım çok memnun
kaldım ;);)” yazarım. Şansıma tükürüyüm
ya. Bari kapağımın çalıntı olduğu dedikodusu falan yayılsaydı da sansasyondur,
navigasyondur yolumu bulsaydım. Hoş o kapağı kimse kimseden çalmaz ha. Gece uyanıp
aniden görünce korkup pikeyi kafama çekiyorum. Kızın gözünün içinde tek gözlü
yaratıklar, ejderhalar falan var abi. Karanlıkta hareket ediyorlar. Ağzından
hiç bahsetmiyorum bile. Sen yıllarca dudaklarım çok güzel diye dolan, çıka çıka cehennem mağarası gibi ağızla çık.
İnsan oğlu sahtekar, insan oğlu hep laf hep.
Evde aynı kitaptan iki tane olması bazı şüpheleri de beraberinde
getirdi (yan yana koymayacaktım onları) "bu gaffasına bir şeyler takmış gızlı kitaptan niye büssürü?"
diye sordular. "çünkü onu şeyden şaparken, muhakkak ötekini şey etmek
gerekirdi ki bir alana bir bedava şoolunca ne dese beğenirsin ehe ehe"
dedim. Bunun dışında bir aksiyon yaşamadım. Ne aksiyon, ne para, ne teklif. Ne demeye kitap çıkardık ya olum biz?
En çok merak ettiğim şey kitabımı bir kitapçının rafında görünce
neler hissedeceğimdi. Olayı yerinde hissetmek için vardım kitap satan yerlere. Dünya
üzerinde bir kitabı rafta görmek için 3 araçlık yola giden "tamam gördüüüm,
o zaman napim eve döneyim" diyen kaç kişi vardır? Çektiğim fotografta
işe yaramadı. Çünkü telefonumun 1,5 piksellik kamerasının yarısı kırık. Öteki
yarısı ile çektim eve geldim ki kendi kitabımı değil yılmaz özdil'inkini
ortalamışım. Neyse ki internetten fotograf yollayanlar sayesinde eksikliğini
hissetmedim. Bende doğuştan gelen öyle bir artiz tutum var ki her şeyi olağan
peeh, normal ki bunlar meeh diye yaşarım.
Bir hafta sürmedi her yıl kitabı çıkan biri gibi hissetmeye başladım. İki gün
sonra heyecanım bitmiş balkonda halı yıkıyordum. Turşu da kurdum. HIYAR!! Yinni?
Yayınevinin
bildirdiğine göre kitaba olan ilgi güzelmiş. Emine s. beder ile at başı
gidiyormuşuz. Bir ara kitapçıda kimse görmeden benim kitaplarımı alıp onunkilerin
üstüne dizdim. Kameralar çekmiştir ha. Ama hakkı var üstad bu sene çok sağlam yemek
tarifleri ile gündeme bomba gibi düşmüş. Rekabet çetin. Hele o iç yağında
ıspanak yuvası dönengeci ne öyle! Hiç hesapta olmayan şeyler bunlar.
Kitabım bir aydır deneme kategorisinde ilk 4
kitap içinde. Aynı alandaki diğer taşaklı yazarlara bakarak benim o paçalarından akan acemilik ve fukaralıkla
orada olmam şaşılacak iş.Hergün açıp pel pel şaşırıyorum. Bak gene şaşırdım. Yılmaz Özdil olsam:
Pembe kitap kimin?
Siminya adında bir pespayenin
…..
Neymiş?
Ankaralıymış
Ankara Nedir?
….....
Başkent!!
AKP!!!
Peki.....
......
İzmir ne demektir?
Yılmaz Özdil!
ATATÜRK...
*****************
İşte görün dönen rezilliği!!
........
Diye düşünürdüm. Acaba bu herif düşünürken de enter yapıyor,
noktalama işaretlerini böyle har vurup harman savuruyor mudur? Zor olmalı.
Bana yansıyan yorumlar genellikle iyi. Olumsuz yorumlar da var
tabi. Bunlar genelde iki yönden geliyor. Hemen anlaşılamayacak uzunluktaki cümlelerim yüzünden okuyana hafakanlar (erkek çocuğuna isim: hafakan) basması ve dehşet olayları sanki çok normalmiş gibi anlatmam. Üzerimden
kamyon geçse bile “ehuehue kamyon kafamı pırtlattı”
diye yazmam bazılarını irite etmiş. Bekliyordum bunu (normal ki bunlar peeh) Bu
durum benim sert ve vahşi üslubumun her bünyeye hitap etmemesinin sonucu. O
kadar sert gelmişim ki gazeteci birkaç zevat “erkek söylemi” diye eleştirdi beni. Nazenin, kırılgan ve ağlak
yazıp alışılmış kadın söyleminin hakkını vermeliydim galiba. Bknz: Kadın gibi kadın
Bir gazeteci kadın ise benden fena halde nefret ettiğini hissettiren
sorularla çıktı karşıma. Hemen bütün soruları; aşağılayan, hor gören, tepeden tepeden sorulardı. Bende onun anladığı dilde, sıçarım çanağına türü cevaplar verdim. Ama tabii gazeteye basılacak
gibi olmadığı için kendince kırpıp yumuşatarak yayınladı. Mesela yayınlamadığı
sorulardan sadece biri:
- Entelektüel bilgi seviyeniz de pek tarif
ettiğiniz kızın yetişme tarzına uymayacak derecede zengin! Bunu nasıl
sağladınız?
Bu bakış açısı yıkmak istediğim
diğer köhne köy adetleri arasında elitist duruşuyla göz kamaştırmakta. Bir
insanın entelektüel seviyeye ulaşmak için berjer koltuklarda oturup, pencereden
şehrin göz kamaştıran ışıklarını seyretmesi gerekmez. Bilgi şehirlilerce
bulunmuş yeni bir icat değil. Binlerce yıldır insanlar bir yolunu bulup
öğreniyor. Bknz: mağara hiyeroglifleri. Piri Reis meşhur haritasını Google
Earth’e bakarak çizmemiştir di mi? Bildiğim kadarıyla Aşık Veysel’de edebiyat
fakültesini bitirmedi. Bilkent mezunu insanlar içinde Türkiye’nin başkentinin
İstanbul olduğunu zannedenler var. Bardağına
konan sineğe “gider mısın lütfan gerızakalı şay” diyen üniversiteli gördüm ben
(asfdadasdf) Entelektüelliğin yaşam
standardı ile değil merakla ilgisi var. Taşra insanının bir şey bilmediğini
düşünmek modası geçmiş bir önyargı. Bu önyargıyı Hacettepe tıp fakültesini
kazanan Hakkarili çoban bile değiştiremediyse ben hiç değiştiremem.
Durup dururken tek kitapla entelektüel de olduk iyi mi. Gazetecilerle anlaşamadığıma "laflarımı cımbızla seçmişler!" diye atar yaptığıma göre yakında bar çıkışında "çekmeyin kardeşiem" derken görüntülenebilirim demektir. Oldum ben oldum.
Olumlu yorumlara
gelirsek.İşte en sevdiğim bölüm. Taraf-kitap ekinde çıkan yukarıdaki yazı
muhteşemdi. Vay beeh dedim kendi kendime. Niyeyse ani bir refleksle koştum aynaya baktım. Evet bana diyo dedim, aynada onayladım. Twitter'dan zaten fihuu, zamanında blokladığım İstiklal Akarsu bile destek oldu lan. Yerin dibine girmeyi geçtim, mağmaya tosladım. Biliyor musun kötü karakterler var :( Ardından Borges'in yazısı. Orhan
Uluca'nın yazdıklarımı okuduğunu, kitabımı alacağını hiç düşünmezdim. Bu spor yazarı tayfası sadece spor haberi okur, tenisçi ve spor muhabiri kızlar dışında gözleri bir şey görmez diye düşünüyordum. Sonra bir çok blog yazarı arkadaşımın kitabım hakkında ki görüşleri. Bunları okurken ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Hepsine ayrı ayrı teşekkürlerimi ilettim ama bir de blogumdan teşekkür etmek istedim. İşte bunlar hep karşılıksız, beklentisiz, rica minnet, para pul gibi rezilliklere başvurmadan iyi niyetle oluşan şeyler. Bu nedenle paha biçilemezler. ANLAYANA!!
Çıktı o çıktı. Bugünden itibaren (çarşamba gününden) tüm İnkılap Kitabevi mağazalarında, D&R, İdefix, Kitap yurdu kısacası tüm Türkiye’de olacak. Aniden, pat diye
olmayabilir tabii sinsi gibi usul usul yayılacak.
Sanırım buradan birilerine teşekkür etmek gerekiyor. Kime
teşekkür etsem ımm ömmm amm pek tabii ki aylardır her dediğine “hayır” cevabı vererek ömrünü tükettiğim insan, editörüm Ahmet bozkurt'a teşekkür etmem lazım. Şu an öldürmek istediği 3 kişiden biri
olduğum halde teşekkürü kendisine bir borç biliyorum. Ömrüm boyunca bana sorulan hal hatır toplamını, büyük bir nezaketle 6 ayda soran yüce gönüllü insan. Kitaplarını normal kağıt kalem kullanarak yazan son seçilmiş. Entelektüellerin dibi! ( Telefonu
“Puşkin arıyor” diye çalan, akşam yemeklerinde portakal soslu şekspir
yiyip, hamlet’e iyi geceler dileyerek
yatan bir insandan bahsediyorum ) Nezaketin ve anlayışın için teşekkürler. Le poete travaille! (*)
Fransızca cümlemden de anlaşıldığı gibi böyle bir insana bu kadar yakın olmak avamlık ayarlarımı ufaktan
bozdu. Artık hayata daha gözlüklü, divitli ve hokkalı bakıyorum. Dün kendime röbdışambır ve pipo aldım.
Yalnız ben baya baya kaprisli bir insanmışım haa. Tee kilometrelerce mesafeden, Okan, Derya ve Sena'ya (kendileri bizim ekip. havaya geel "bizim ekip" ehehe ) etmediğim müdahale kalmadı. “O ne biçim
yazı fontu allasen? Kare ne ya kare ne? üçgen olacak dedim! Odama taze meyve söylemiştim geldi mi?” Hiç ama hiç memnun
edemediler beni. Hatta kitap matbaaya girdiğinde "BASIMI DURDURUN VAZGEÇTİM!!11 diye mail attım. Bi kaprislilik bi aman ne bu beecilik. Madonna olsaymışım konserlerime 500 denizaltı ile gidermişim
allah etmeye. Neyse ki durumu fark edip
daha fazla yüz göz olmadılar. Siz siz olun kitap çıkarmadan önce yayınevi binasının yakınlarında ev tutun. Böyle uzaktan uzağa hakimiyet kuramıyorsun. Olmuyo.
Kitabı ortaya çıkarma safhası eğlenceliydi de şimdi içimi
bir huzursuzluk kapladı. Kendimi sıkmaktan boynum tutuldu. Ölecek miyim
nedir. Belki de sadece çişim var.
Bilemiyorum. Artık mantıklı düşünemiyorum. Kendimi o kadar yetersiz buluyorum
ki sanırım öz eleştirinin kaynağına indim. Hiçlik duygusunu da geçtim hiçliğin
hiçliğini keşfettim. Hiçler dışlar çarpılıyorum. Ahmet bey dili döndüğünce beni kendinden hiç
memnun olmama ruh halinden kurtarmaya çalıştı, önceleri “diline olan hakimiyetin, cümleleri eğip bükebilme kabiliyetin, mamafih
üslup bakımından…” diye övgüler yağdıran adam sonraları telefonlarıma
çıkmamaya başladı :’(
En son “siminya artık yazdığın şeyleri unut, uzaklaşmaya çalış. başka şeylerle ilgilen ne bileyim pikniğe git, tavuk
kanadı falan kemir!!” dedi. Bende
dediğini yaptım ve uzaklaşmak umuduyla kitabı balkondan attım. Sanki biraz
uzaklaştım gibi hissettim. Ama yönetici “artık balkonlardan kitapta mı atmaya
başladınız gavurun tohumları!!” diye bağırınca koşup geri aldım. Halı çırparken
içinden düştü dedim.
Sululuk bir yana benim için güzel bir deneyim oldu. Şu an
değerini anlamıyorum ama ilerde "hey gidi, o olaylar neydi öyle lan" diyeceğimi sanıyorum. İnşallah kazasız belasız geçer gider bu günler. Kitabın adı gördüğün gibi "Kız Kısmı" oldu. Sanırım benim hayatımın ana fikri bu sınıflamada gizli. Kadın mıdır? kız mıdır? insan mıdır? bir şey geçti önümden, ne olduğunu anlamadım. Öyle işte. Kitapla alakalı olumlu, olumsuz yorumlar için şurayı açtım. Şimdilik açık dursun bakalım, neymiş ne değilmiş. Kafama yatmadı, götüm yemedi trink! Göt demişken. Çok olumsuz yorum yapanın götünden kan alırım! (götten nasıl kan alınır bilen acil bana ulaşsın pls )
Diyeceklerim bu kadar
edit: bu hafta dağıtım olacağı için kitapçılarda hemen bulunmayacak ( artı KAPAKTAKİ GICIK GIZI TANIMIYOM )
Çocukları büyükler gibi görmüş geçirmiş bakan bir şehir. Ne
kadar çok küfür ederse, anayı bacıyı hiç
tereddütsüz karıştırırsa, yüzünün kirini adam akıllı yıkamazsa yabancıların kendinden o kadar çok korkacağına
inanan bitirim çocukların yurdu. Övgü dizmek gibi olmasın bu şehir bana daima doğruları, yalnızca doğruları söyledi. Hiç kandırmadı ama hiç. Şöyle güzel günler
göreceksin, bak yemin ediyorum tuttuğunu koparacaksın, uçacaksın uçacaksın
havalara uçacaksın vaatleri ile pışpışlamadı sırtımı. Tarzı değil. Yeri geldi sakınmadı indirdi Osmanlı tokadını.
Ama asla okşamadı ve dönüp bir hal hatır
sormadı. Oralı bile olmadı.
Daha ufacıkken
görüyorsun istikbalini. Nereye kadar yürüyeceğini, tam nerede durmak
gerektiğini, kimlerle iki lafın belini kıracağını, kimin kaybedip kimin
kazanacağını, mübalağa yok kaç adet nefes çekeceğini bile baştan
biliyorsun. Tıkır tıkır yazılı bunlar
defterinde. Öylesi peşin hükümlü, açık sözlü. Öylesi arsız. Dikkatli dinlersen o arsız kahkahalarını duyabilirsin.
Ya da boşver dinleme istersen. Sinir
bozucu çünkü.
Belki diyorsun, belki düzen bozulur. Gidişatta bir sapma
olur, bir yerlerde kuralın biri unutulur. O zaman sıvışırım kenarından.
Kurtarırım paçayı da kelleyi de. Olur mu
ya hangi devirde yaşıyoruz kardeşim diyorsun. Ben ötekilere benzemem, tak tak
tak yaparım diyorsun. Diyorsun da
diyorsun. Duyulmayan şeyin nesini diyorsan artık. Duymuyorlar seni. Sağır desen değiller. Kör
desen hiç değiller. Besbelli ölmüşler. Yoksa bu kadar çığlığı duymamak hangi
yaşayanın harcı ki?
İnsan iki gün boyunca yemek yemese bile açlığını fark etmeyebiliyor. Yetmişikisaat kırk dört dakika uyumadan
ve konuşmadan durabiliyor. Uykusuzluk; gözlerdeki morluklar kansızlığa,
sürekli esnemek nazara bağlanarak saklanabiliyor ama konuşmamak çok göze
batıyor. Günlük cevap duyma ihtiyaçlarının onda birini karşılamazsan protein
eksikliği yaşayıp, etlerine saldırırlar. Onlara cevap vermelisin. Olumlu cevaplar. Söz dinleyen uslu cevaplar. Duyulmaktan hoşlanılan
şeyler. Mesela “Olur” gibi “Tamam” gibi. Yapayım, edeyim, hayhay, hoop tatatataam gibi. Hayır bu “Hayır” niye bu
kadar dışlanıyor anlamış değilim. Kelimelerin bozguncusu, iletişimlerin anarşisti hayır. Oralarda yalnız mısın hayır? Bir
gün söylenemeyip içerde biriken tüm hayırlar toplanıp devrim yapsın, yıllardır gönülsüzlüğün
iktidarını yürüten tamamlar, olurlar ve evetler bir bir asılsın. Emrediyorum
bunlar yapılsın.
İnancımı nerde kaybettim biliyor musun? Birazını bir savaş
filmi izlerken kaybettim. Hiç kimsenin bir bok kazanamadığı terli ve kanlı bir
savaşın sonunda usul usul yürüdü gitti köprücük kemiğimden. İnancın yürüyüp
gittiğini de gördüm ya. Üstelik giderken köprüden geçiyor. Üstelik kahraman
öldü. Bakakaldım bir süre. Film sonu yazıları bitince çıkan sürpriz sahneyi
bekledim bi umut. Çıkmadı bir şey. 2 saattir verilen onca mücadele, sayfalar dolusu
diyalog, dumanlar arasında alelacele yaşanan illaki bir punduna getirilip apar
topar sevişilen aşk, kocaman bir hiç
içinmiş. HİÇ lan HİÇ. Kazanamayacağın
bir savaş içinmiş kahramanlığın. Dostlar koştururken görsün diyeymiş. Bakalım benden kaç kova kan ter çıkacak diye
bir deneymiş. Ve belki aslında kahraman falan değilmişsin. Sen öyle sanmışın.
Başka bir çok şeyde de kaybettim türlü türlü inançlar. Bu
ülkeye de inancımı kaybettim. Anama da kaybettim, babama da kaybettim. Olmayan
kedime, ekmediğim sardunyaya, öpmediğim sevdiğime. Sağa sola inanç saçıyorum. Bir tek küpe çiçeği hariç. Ona hala yürekten
inanıyorum.
Kapının önündeki varilde büyüyen
elma ağacı kuruyunca da kaybettim bir miktar inanç. Umulmayacak bir savaş
kazanmış ve dandik bir tenekeden, gölgesinde çocuklar oynayan muhteşem bir ağaca
imza atmıştı. Belki de gerçek kahraman oydu. Yerini bir küçük filize dahi devretmeyecek
kadar sorumsuzca, daha önce hiç elma vermemiş gibi ansızın çürüdü gitti. Anlatsan inanmazlar. Şu varilde bir ağaç vardı
meyve verdi, çok büyük değillerdi ama idare ederdi desen yarısında sıkılıp
giderler. Böylesi küçük hikayeleri sadece yaşlılar birbirine anlatır diye
öğrenmişler. İnançla kurduğun alakaya ise kesin gülerler. Bir varil dolusu kayalaşmış toprağa yüklediğin anlam da aşırıya
kaçmış olabilirsin. Senin ilginç hikayelerinin sadece senin ilginç hikayelerin
olma ihtimali yüksek.
Her şeyin en iyisi
susmak. Her şeyin en güzeli filmlere ve
kahramanlara inanmamak. Hikayelerini kendinden başka kimseye anlatmamak. En iyisi
Annem mutaassıp bir kadın. Öteki dünya korkusu ile zaman zaman ibadette aşırıya kaçtığı, on binlerce boncuk uzunluğundaki bir tespihin taneleri arasında kaybolup gittiği olur. Hayallerinden biri ilerde bir gün kara çarşaf giymektir ama babamın çarşafa tepkisi eve gelen iki çarşaflı teyzeyi çükünü çıkarıp kovalayacak kadar net olduğu için böyle bir eyleme girişmekten korkar. Kovalanan kadınlar “bu kafir adama karşı metanetli olursan cennette köşklerde oturursun bacım” dedikleri için annem babamın her türlü taşkınlığını “cepte bir sabır sevabı daha” düşüncesiyle alttan alır.
Babam türkü aşkı, pala bıyıkları ve fötr şapkası yüzünden mahalle sakinleri tarafından alevi zannedilir. Bir gün babamın alevi olup olmadığını çözmek için kolundan tutup zorla camiye götürmüşler. İçinden saydıra saydıra camiye giden babam genellikle abdest almadan, kirli donlarıyla namaza durmuş. Bu durumu “Hem abdestin sırasını karıştırıyorum hem de dürzülere gıcıklık olsun dedim” diye anlatır. Bir gün bir namazın ortasında sıkılıp, bağdaş kurup “gurban olayım gız içinde acik daha dursun” türküsünü patlatana dek bu gönülsüz müslümanlığı sürdürmüş. Zaten ondan sonra istese de camiye almamış, cami civarından bile geçse homurdanmışlar. Babamın da işine gelmiş bu, daha da vermiş karı kızın, humarın, sazın gözüne. Annemle babamın iki zıt kutuplarda sergilediği aşırılıklar yüzünden biz zavallı evlatları birer birer tuğçe kazazlaştık. Bir gün TKP’ye bir gün Taliban'a öteki gün Turancılar'a sempati duyduk. Arayışlarımız sürüyor.
Babamın alevilere bu kadar benzemesinin sebebi doğduğu köyün bir alevi köyüyle bitişik olması. Küçüklüğümüzde Hıdırellez zamanı bizi bu köye götürürdü. Köy ahalisi çimenlik bir yerde toplanır, kazanlarda bulgur pilavı pişirir, geleneksel oyunlar oynardı. Babam da o sırada alevi dedelerle aşık atışması yapar, ondan hiç duymadığım kahkahalar atardı. Ben nereye geldiğimizi ve ne yaptığımızı anlamayacak kadar küçüktüm ama babamın değişimini hissedebiliyordum. O'nu bir daha asla kendine tıpatıp benzeyen bu kadar adamla bir arada görmedim. Kahkaha atarken de görmedim. Babamın alevilere benzerliği hayatta sadece bir işimize yaradı. Atatürk Orman Çiftliği’ne defalarca beleşe girdik.Gişede görevli memur aleviydi ve babamı ünlü bir alevi dedesiyle karıştırıyordu. Ses etmedik. Bunun dışında genelde olumsuz bakışlar ve imalı sözler nasibimiz oldu. Lakaplarımdan biri kızılbaşın kızıdır.
Mamak; Sivas, Yozgat ve Tokat gibi illerden çok göç alır. Bu yüzden Mamak’ta çok alevi yaşadığı söylenir. Söylenir diyorum çünkü- her ne kadar günümüzde bu durum azalsa da- hala alevi olduklarını bir sır gibi saklayan, yıllara dayanan bir ötekileştirmenin sonucu olarak sunni gibi davranmak zorunda kalan aleviler var. Ramazanda oruç tutuyormuş gibi yapıyor, iftarlara gidiyor, kurbanda danaya giriyorlar. Bu davranışların sebebi tabi ki azınlık olmaları değil. Bilmem kaç yüzyıldır ideolojik hakimiyet; “tek kutsal benim kutsal saydığımdır”cıların elinde olduğu için. Sesleri çok çıksa, her hangi bir makamda yükselseler ilk fırsatta “afedersiniz alevi” diye bir ayıp, bir günah gibi aşağıya çekilmeye çalışılacaklarından. Yüzbinlerce çapsızın bu halkı bir “mum söndü” aşağılamasıyla özetlemesine şahit olacaklarından. Türkü söylemek için bir yerde toplansalar on binlerce Güner Ümit’in ellerine çıra alıp koşacağından böyle yapmak zorundalar. Yoksa aleviler ne suskun ne korkak ne de azdır. Cesaretlerinin ve isyanlarının dile gelişini anlamaya Pir Sultan Abdal yeter.
(pir sultan abdal devletin zulmüne karşı isyan etmiş, isyanını şiirleri vasıtasıyla halka yaymış, onları bu zulme karşı sessiz kalmamaya çağırmış bir asidir. bir nevi aleviliğin martin luther king’i. zalimlerin hışmından yanına sığınan hızır’a kol kanat germiş, eğitimi için şehir dışına gitmesine yardım etmiştir. hızır sivas’a vali olarak atanınca ilk işlerinden biri dergahında yetiştiği pir sultan’ı idam ettirmek olmuştur. pir sultan’a bütün halkın taş atması emredilmiş atmayanın kellesinin uçurulacağı duyurulmuş, pir sultan’ın dostlarından biri taş atmaya kıyamayıp gül atınca pir sultan’ın dilinden o meşhur şiir dökülmüş
şu kanlı zalimin ettiği işler,
garip bülbül gibi zareler beni,
yağmur gibi yağar başıma taşlar,
ille dostun gülü yareler beni
Bazen yakılan aşıklardan birinin türküsünü dinlerken, herhangi bir yerde olayın görüntüsüne rastlayınca veya babam Aşık Veysel’den bir türkü söylemeye başladığında o günü düşünüyorum. Bir otel odasında ne yapacağına karar vermesi için sadece birkaç dakikası olan ozanlardan birinin çırpınışları geliyor gözümün önüne. Hayır empati yapmak değil niyetim. Zaten bu empati ve saygı beklentisi çok zorlama geliyor bana. Kimsenin düşüncesinin bizim saygı lütfumuza ihtiyacı yok. Biz saygı duymasakta o düşünce onun beyninde arzı endam etmeye, dilinden savrulup çıkmaya devam edecek, etmeli. Bi gölge etmeyelim yeter.
Empati ise anaokulunda oynanacak bir oyunu andırıyor. Bir durumu yaşayanın hissettiklerini anlamamız için belki bütün hayatını onunla birlikte yaşamış, gözünün önünden geçecek sahneleri bilmemiz gerekir. Mesela bir zamanlar küçük, yeşil, sevimli bir bitkiye verilen isimken, 93 yılından sonra bir katliamın adı olan Madımak'da sıkışmış ozanlardan biri olduğumuzu farz etsek; evde bıraktığı , belki dönünce saz çalmayı öğreteceği çocuğunun “çabuk gel baba” diyen yüzü gözümüzün önüne gelir mi? Empatinin öyle bir becerisi var mı? Otelin bir duvarından ötekine yalpalarken kader arkadaşlarıyla saliselik çaresiz bakışmalar yaşadığı o gürültülü sessizliği hangi mizan, hangi çaba canlandırabilir? Ateşten kurtulsa on binlerce öfkeli Nemrut’un gazabından kurtulamayacağını, ölümün er geç göğsüne dayanacağını anladığı o saniyeyi, empati duygumuzu ne kadar zorlarsak yaşayabiliriz? Evlatlarını tv haberlerinde “pir sultan abdal şenliklerinde aşıklar geçidi” haberiyle beklerken “ 35 kişi yakılarak öldürüldü” haberinde gören annenin ve babanın ciğerine düşen ateşi aynı yakıcılıkta hissetmemizin imkanı var mı? Bu zalimlerin kendisi gibi olmayanı, kendi sevdiğini sevmeyeni, kendi inandığına inanmayanı değiştirmek, olmadı öldürmek tutkusunu hangi empati duygusu haklı bir noktaya getirilebilir?
“Hayırlı olsun”
35 kişi, birilerinin bitmeyen hassasiyetleri neticesinde yakılınca demokratik bir devletin yapması gereken suçluları ve ihmali olanları cezalandırmak olmalıydı, toplum hafızasında onulmaz yaralar açmış katliamı bir mahkeme meselesi, zamanı aşmış sıradan bir dava olarak görmek değil. Alevilerin tıpkı diğer halklar ve inançlar gibi neden ötekileştirilip değiştirilmeye ve öldürülerek bitirilmeye çalışıldığını araştırmaları, çözümler bulmaları gerekirken suçlular ve savunucuları kah makamla kah sırt sıvazlamayla ödüllendirildi. İnsanları kahkahalar içinde "lan yakın lan yakın" diye bağırarak yakan, allahuekber çeken ve zafer işareti yapan katiller devlet ve maşaları vasıtasıyla mağdurlaştırıldı. "Hayırlı olsun" olumlu ve güzel olaylar için sarf edilir. Bu gazabın tam olarak hangi noktasında güzellik arayacağız? Katliamdan hayır çıkaran memleket. Kurdele de kesin bari.
Bu nefret dili, bu diri diri yakılan insanlardan daha fazla acı çekmişlik halleri, daimi bir mağduriyet, her biçimde mağduriyet, hep mağduriyet şu iletişim çağında hızla inandırıcılığını yitirdiği gibi bizi cehalet bataklığına çekmeye devam edecek. Çoğunluğun kim olduğu, hangi inancın ayrıcalıklara sahip olduğu adım başı camiiye bakarak bile anlaşılabilir. Sahur davulu olayına girmiyorum bile. Biz artık bu olmayan ezilmişliğinizi, kan döküp döküp ümmet kan ağlıyor edebiyatı parçalamanızı yemiyor ve gerçek dünyaya dönmenizi bekliyoruz. Masal saati bitti. Bizim gibi düşünmeyen, başka şeylere inanan, hiç inanmayan, türk olmayan, sunni olmayan, heteroseksüel olmayan bir çok başka toplulukların da olduğunu öğrenme yaşınız geldi. Beraber yaşamanın yok etmekten daha basit olduğunu öğreneceksiniz. Aptal sabah kuşaklarınızda, zevzek zevzek Anadolu geziyoruz, börek çörek komadık götürdük programlarınızda Sivas katliamı günü "madımak mıklası" tarifi verme zalimliğiyle bir yere varamayacağınızı da. O rövanşist kafayı, tıpkı Ahmet Kaya için yaşadığınız günah çıkarmanın benzeriyle terk edeceğiniz günler de gelecek. Meyilli kitlenize vurup kıran, kodumu oturtan, eli tabancalı sert adamları allayıp pullayıp satmakla hata yaptığınızı anlayacak Nesimi’yi, Pir Sultan’ı, Hz Ali’yi kısaca sevgiyi anlatmaya kendiliğinizden başlayacaksınız. Eğer bu topluma birlikte yaşayabilme becerisi, kendini nimetten sanmama ve diğerini ötekileştirmeme yetisi usturupluca anlatılmazsa bütün memleket baştan ayağa cem evleriyle donatılsa bile bu gelişmemiş kafalarımıza inanç hürriyeti layığıyla işlenmediği için korkarım o cem evlerinin kaderi de Madımak gibi olur.
Üfürükten mağduriyet çıkarma yapaylığından uzaklaşırsak gerçeklerle yüzleşeceğiz. Ve gerçekler hiç işimize gelmeyecek. Artık çoğunluk muyuz, beriki miyiz, ileri ki miyiz ne zıkkımsak ötekilere çok zalimlik ettik. Babamın alevi olup olmadığını test etmeleri bile bu zalimliğin ne kadar cüretkar bir şekilde aramızda kol gezdiğini gösterir. Bundan bir kaç yüz yıl önce azınlıkların yada başka inançlara sahip insanların toplamı yüzde/40 lardayken şimdi yüzde/2 lere inmiş. Ne yaptık o kadar insanı? Nereye kıstırdık? Nerelerde susturduk? Yüzde bilmem şu kadarı Müslüman memleket… Hayırlı olsun.
Yalan söylemeye hacet yok her şey ortada, pek mutlu değildim. Zati mutluluk hiç kimse için devamlılığı olan, aynı kişide uzun süre barınan bir şey değil. Ara sıra hissettiğimiz, etkisi çabucak biten bir saman alevi. Belkide kalbin ereksiyonudur da garibin erken boşalma sorunu vardır. Yada her ne boksa işte. Bu uçucu zımbırtının rolünü bu kadar büyütmeye lüzum yok.
Yine günlerden komik video seyredip fazla gülememe, saatlerden, arkadaşlarının Facebook durumları altına klavyeyi avuçlarcasına random mesajlar bırakmaydı. Twitter'da "sen elmayı seviyorsun diye..." nin bir milyonuncu versiyonunu okuyup favlamaydı ki İnkılâp Kitap'tan Ahmet Bozkurt'un mesajını aldım. Kitap diyordu, yazmak diyordu, BASMAK diyordu! Bir dakika bile düşünmeden paranoyanın verdim beline küsküyü. Pek tabi ki. Anamın rahminde geçirdiğim günlerle alakalı kafamdaki soru işaretlerini bile çözmüş değilken.. Düşünsene 9 ay boyunca gebeş gibi yatıyoruz ya. İnanılır gibi değil. Gerçi sonra doğuyoruz da tarlaya tapana mı gidiyoruz? Bu seferde sıça sıça yatıyoruz. Bebeklik gerçekten büyük vakit kaybı. Vatana millete külfet. O süreç daha verimli hale getirilebilir bence.
Şüphelerimin yersiz olduğunu anlamamın üstünden 10 gün geçmiş miydi, geçmemiş miydi elimde sözleşmeyle yatağımın üstünde sırıtıyordum. Sanki uzun zamandır alamadığım bir kitabı almış gibi mutlu, imzalı A4 birikintilerimi kucaklayıp oturdum. Na böyle seksen sayfa gelir.
Sonra başladım kitabımı yazmaya. Bir şey söyleyeyim, bundan sonra kuracağım hiç bir cümle bundan daha iddialı olmayacak; Dünyanın en güzel şeyi yazmak. Sonra belki yaprak sarması. Ama önce yazmak.
Sadece benim için geçerli değil bu. Bence okuma yazması olmayan annem için bile bu böyle olmalı. Eğer yazabilseydi siyatiklerini öyle bir anlatırdı ki Ankara'da Siyatik adlı gaddar, belalı, hobisi yaşlı kadınların bacaklarını tekmelek olan bir adam yaşadığına inanırdık. Karısının adı da Reflü olurdu.
Çünkü yazmak, yaratmak. O güne kadar yok olan bir insana, bir eve, bir ağaca yaşama hakkı veriyorsun. Dur ya daha bir kitabım bile olmadan Elif Şafakvari kalıplar kullanmaya başladım. Allah bilir kitap çıktıktan sonrada "bu süreçte çok sancı çektim... karakterlerim içimin çeperlerinde yolculuğa çıktı...yeni bir kitaba başlamadan önce demlenmem ve yeniden sancılanmaya hazır hissetmem lazım..." diyeceğim. Derim yani. Sağım solum belli olmaz. Keza karşıdan karşıya geçerken de önce sağa mı? yoksa sola mı bakacağımı bilmiyorum. Trafik ışıklarının hangisinin bize yandığını da.
Yakın bir zamanda, kısmetse bir kaç aya kadar kitabım çıkacak. Şimdilik sadece bu mutluluğumu paylaşmak için yazdım. Hani yazmak güzel ya o bakımdan. Tutamadım kendimi. Kitabın içeriğidir, kapağıdır, götüdür, başıdır bunlar için henüz net bir şey söyleyemiyorum. Çıkış tarihi falan netleşince yeniden, daha sevindirikli bir yazı yazarım herhalde.
Ne olursa olsun benim için bir kitap yazmış olmak bile, bak kitabımın basılmasını falan demiyorum sadece yazıp meydana getirmek bile hayatta gelebileceğim en güzel nokta. Ömrümde ki tek başarım kardeşim işşş! Bundan sonrası çok da lülü. Yani azcik lülü tabiki de, çok lülü değil.
Sözlerimi Anadolumuzun bozkırlarından güzide bir temenni ile noktalıyorum. Her şeyin hayırlısı yareppim... Güzide kim?
Ne ekmeğini yedik, ne parsasını topladık şu yalnızlığın. Yalnızlık olmasa şairler boku yer, bariton
sesli isyankar şarkıcılar üretkenliğini yitirir, entel sinema filmleri yarı yarıya
azalırdı. Yağmurda sırtı bize dönük yürüyen şemsiyeli adamlar ilgisizlikten yakınır, martıların ve beyaz çarşaflı
dağınık yatakların fotografları çekilmezdi bir süre. Belki de hiç.
Çünkü ancak yalnızım dediğimizde acıyorlar bize. Omuzlarını işaret edenler
oluyor. Havada hoş bir ortak yalnızlık kokusu. Yalnızlıkta yalnız olmadığını görmek harika. En
azından bir konuda yalnız değilsin bak.
Dostu çok olan insanı pek seven olmaz. Gürültücü, ukala ve alemci görünürler. Bu nedenle fazla kimse tercih etmez çok dostlu olmayı. Yalnızlığın
artizliği kolay kolay bırakılacak bir kariyer değildir. Ondan değil midir popçu
Can’ın bar çıkışı beraber yakalandığı kızı kaldırımda bırakıp kaçması. Sevgilisi
olanın söylediği “bir başımayım
yalnızlığın ıssız rıhtımlarında” şarkısına kim inanır? Kaç kadın şarkıyı dinledikçe anaç kollarına Can'ı almak ister ki bir daha? Hayranları Can’ı yalnız sever. Can hayran olunmayı sever.
Asıl kim yalnızdır biliyor musun? Şarjı bir haftadır bitmemiş telefonunun mesaj
kutusunda, geçen yıl semt polikliniğinden gelen "göz taraması" kampanya mesajını bile
silmemiş insan yalnızdır. Eski mesajları silmediği gibi ara sıra açıp hepsini yeniden okur, her okuyuşta başka detaylar
yakalar. Hımm bak o polikliniğin adı artık Şifa Klinik değil, geçen ay değiştirdiler.
Uzun zamandır cesaret edipte yapamadığı bir şeyi
yapar, rehberden birine mesaj atar. Adrenalini sever aslında. Attığı mesaja cevap gelecek diye elinde
telefon beklerken, tuşlara rastgele basıp ekran ışığını hep yanık tutar. Ara
sıra parmağıyla ekranı temizler. Dokundukça daha çok buharlanır meret. Sonra belki gelmiştir de görmemişimdir diye mesaj
kutusunu açıp bakar. Hala defalarca okuduğu aynı mesajlar orda. Cep telefonunu çıkaranların Allah cezasını
versin.
Kendi kendine yaptığı espriye “gülmedim” diye cevap veren insanda yalnızdır. Aynalara bakmayı sevmez, çünkü bakarsa
kendine “tipine bak” diyecek, bunu duyan aksi durur mu? Karşıdan cevap verecek “sen kendine bak asıl” sonra başlayacak bir ağız dalaşı. Böyle bir
kavgaya girmemek için aksini muhatap bile almayan insan yalnızdır işte. Yalnız, öyle resmedildiği gibi eline kahve alıp
battaniyenin altına girmez. Yalnız insan huzursuzdur. Aynı yalnızlıkta uzun süre kalamaz. Kendisine biçilen yağmur yağan pencere önü,
romantik filmli kanepe üstü gibi yalnız
kalma alanlarına sığmayacak kadar sıkıntılıdır. Daralır.
Evden kovuldum ben. Kasım ayıydı. Akşam yemeği için sofrayı hazırlarken babamın bacağımdaki
tayta kötü kötü baktığını fark ettim. Ne o kıçındaki götveren donu? dedi. Bu soruya sert bir cevap vermiş
olmalıyım. Kopan gürültünün büyüklüğünden anladım. Yalnız insan sert cevaplar verir diyemem. Çoğu
zaman konuşmaya bile üşenir. Hıhı veya ııh diye cevap verebileceği soruları sever. Demek ki ben daha tam yalnız olamamışım. Şuralarım da biraz kalabalıklık kalmış.
Az sonra ayağımda ev terliği ile apartman
kapısının önünde buldum kendimi. Bir
kenara çömdüm. İnsanlar pişen şeylerini yemek için evlerine dönüyordu. Böyle hal içindeyken insan kendisi dışında kalan
herkesin mutlu olduğunu düşünür. Bende öyle düşündüm. Yan apartmanda oturan Osman amca bir poşet mandalina almış eve gidiyordu. Belki beni görüp ne yaptığımı sorar diye bir kaç cevap hazırladım. Ama bakmadı bile. İnşallah mandalinalarınız çekirdekli çıkmıştır.
İstanbul’a gitsem dedim. Bu İstanbul’un dürzüleri onlara
birşey verebilme ihtimalin yakınken “gel” diyorlar, galata kulesi manzaralı
evim, bir kişilik daha yatacak yerim var,
gel diyorlar. Gidip cee ben geldim desen altlarına sidiklerler korkudan. Eğlenmesi güzelde şimdi aynı evde böyle beleş
beleş… Gözlerinin önünden sayıyla lokmaların geçer. Yatmadan önce koyun değil
lokmalarını sayarlar. Bilirim, kaşık düşmanları hepinizin ciğerini bilir.
Dişlerim birbirine çarparken annem geldi. Elinde kabanım vardı ve baya ağlamıştı. Kaban değil annem. Sarılıp yüzümü öptü. Yüzüme bulaşan göz yaşlarıyla ne biçim ısındım. Dişlerimin çarpması durdu. Ağlayarak yavrum
abinlere gitsene burada ne duruyorsun dedi. Sadece tamam deyip kabanımı giydim, abimin birkaç
sokak ötedeki evine gittim.
Yengem beni görmekten pek hoşlanmadı. Hiç bir şey sormadan kapıyı dayalı bırakıp içeri döndü. Kabanımı
çıkarmadan bir saat öylece oturup, gidebileceğim başka yer düşündüm. Ama bulamadım. Asalakların hayatı göründüğü kadar kolay
değil. Ve kalabalık bir ailen olması yalnız olmadığını göstermiyor. Yalnızlık iman gibi, kimin yalnızlık içinde olduğunu asla bilemezsin. Telefon çaldı. Yengemin kız kardeşi erken doğum yapmış. Hemen hazırlandı ve hazırlanırken bana "iyi ki burdasın" dedi. Yanlış duymuş olmaktan korktuğum için cümleyi havada yakalayıp okudum, evet aynen duyduğum gibi söylemişti. Cebime attım, ara sıra çıkarıp okurum belki. Giderken biri 10 aylık
olan 3 çocuğuna göz kulak olmamı söyledi. Zaten onun için iyi ki buradaydım. Yoksa aynı evde böyle beleş beleş…
Döndüğünde hastanede refakatçi kalıp
kalamayacağımı sordu. İşte sevgili asalak kalacak yer
bulmuştu. Sadece tamam deyip kabanımı giydim gittim. Bir hafta koğuş gibi bir odada; doğum yapan, yapmak
üzere olan, daha yapmasına çok olan, yaptı yapacak olan 7 kadınla birlikte kaldım.
Sandalye üzerinde uyumak, batikon
çarpması ve götveren donumun aşırı dikkat çekmesi dışında bir şikayetim olmadı...
*( hastanedeyken tesadüfen arayıp moral olan kutup zencisi'ni ve bebeğe kıyafetle oyuncak yollayan ebru baranseli'ni unutmamalıyım. güzel şeylerdi bunlar. bi güzel şey daha oldu onu da başka bir yazıda anlatırım )